Serzenip mi kendine gelecek yoksa silkenip mi kendine gelecek henüz bilemedi, dolaşıyor...

28 Haziran 2009 Pazar

tatil mi! anlamadım!

Tatil için arkadaşım beni ekince ben de hemen yeni planlar peşinde koştum. Uzun zamandır görmediğim İsveçteki kuzenime mail attım "gel beraber tatil yapalım" diye. O da bir kaç gün sonra bana döndü, "biz izmir selçukdayız, burası mükemmel, arkadaşımızın yazlığındayız ille de sen de gel falan, boşuna otel parası verme" gibisinden bir sürü ikna çabaları. Ee güzel bir plan, parasız tatil neredeyse. Hemen evet dedim ve onların yanıma selçuğa gittim. Havaalanında eşi karşıladı beni. Kuzen gelemedi evde biraz hasta dedi. Noldu dedim telaşla. Kem küm ederek evde konuşuruz dedi. Len dedim bu kesin hamile. İçime doğdu. Bir gittim bizim kız yatak döşek yatıyor, bir mide bulantısı bir kusma ki sormayın gitsin. Onu öyle görünce az kaldı ben de çıkaracaktım. Tabi bu çok çok güzel bir haberdi benim için. Çok istiyorlardı bu çocuğu. Ama bizim kızın rahmine bebe yeni düştü bu kusmaya başladı, nasıl geçecek dokuz ay bilmem. Ayrıca bu kusmaya bebede düşebilir alimallah. Ağzımdan yel alsın. Suyun adını duysa midesi bulanıyor ayrıca bir haftadır böyleymiş ve doktora gitmemiş. Hay allahım ya. Eşi de sinirleniyor. Bizimki doktora gitmeyi istememiş. Adamın elinden bir şey gelmeyince ve onu da öyle perişan halde görünce adam sinirlenmesin de napsın. Siniri tepesinde. Ertesi gün aldık hemen gittik kuşadasına hastaneye. Doktor "üç gün yatacak" dedi. Vucüddan aşırı su kaybı var, böbreklerde asit birikmiş falan filan. O gece onunla kaldım, ertesi gün doktor beni gönderdi. Neymii efendim hamilelik kusması psikolojikmiş, bizi görmemesi lazımmmış. Ee peki dedik bizde. Çıktık hastaneden bari bu fırsatı değerlendirelim gezelim dedik. Önce meryemanaya gittik (hacı oldum bu arada) Sonra yedi uyuyanlara. Sonra da yazlığa döndük. Zaman geçmek bilmiyor ama. Bir denize gidip ferahlayalım dedik, ben kursda öğrendiklerimi tatbik edeyim dedim. Denizde yürü allah yürü boyumu geçmiyor. Sıkıldım, boyumu geçmeyen suda debelendim durdum. Deniz gözlüğümü takmıştım, hiç sevmedim denizin dibini, bazı yerlerde yosun vardı, ayağıma değdikçe huylandım. Havuzda yüzmeyi öğrenince öyle çıplak ayakla kuma, yosuna, çakıla basmak bir tuhaf geldi bana. Fazla oyalanmadık denizde eve geldik. Birinci gün hastanede ikinci gün de böyle geçti işte. Üçüncü gün önce kuzeni ziyarete sonra efes antik kentine gittik. Tarihin içinde buldum kendimi. O güne özel bir de gösteri düzenlediler ziyaretçilere. Sezar ve kleopatranın bulunduğu bir törende şovlar, akrobatik hareketler gladyatör dövüşlerini temsil ettiler. Küçük bir sahnelemeydi ama eğlenceliydi. Hava da çok sıcak değildi, bulutlar ara ara gökyüzünde dolandı durdu da biraz serinledik. Amfi tiyatrolar, mezarlar, kütüphane, genelev:), eczane, baharatçılar vs. Hayran kaldım doğrusu, adamlar öyler yapmış ki 2500 yıldır ayakta, acaba bugün yapılan bir şey kaç yıl ayakta kalır da bugünün kültürünü yansıtır. Akşamdan sabaha değişen dünyada artık hiç bir şeyin uzun ömürlü olacağını ve ileriki nesilllere bugünlerden bir şey kalacağını sanmam. Tarihe doyunca çıktık oradan, doğruca selçuğun şirin bir köyü olan şirince'ye. Arabayı siyah bir dutun altına parkettik. Ee salkım salkım dutlar orada öylece dururken biz duramayız. Biraz çaldık onlardan ne yalan söyleyeyim. Çok lezizlerdi, normalde yeme-içmede her türlü huysuzluğu gösteren biri olarak beyaz duttan nefret eden ben, siyah dutta tam aksi utanmazsa ağaca çıkıp yiyecek kadar pisboğaz biri oldum. Şöyle ağzımız tatlanınca hızlıca köyün içine daldık, köylü kadınlarının el emeği göz nuru elişerinin ve sabun kokularının arasında köyü dolaştık, oradaki kiliseyi gezdik. Şarapların tadına baktık, küçük hediyeler aldık. Eskiden burası küçük bir rum köyüymüş. Türkiye'de yaşayan her rumun başına gelen onların da başına gelmiş, zorunlu göçler olmuş. Buraya da Türkler yerleşmiş.
Şimdi diceksiniz kızı hastaneye bıraktınız geziyosunuz ne gamsızsınız falan diye. Yapacak bir şey yok, doktor istemiyor bizi hastanede. Ayrıca biz o kadar kötü değiliz. Her iki saatte bir aradık onu. Hatta bu kadar sık aranmaya bile kızar oldu. Neredeyse sesimizden bile tiksinmiş ona bile kusacakmış:) Gezecek yerleri bitirdik tekrar yazlığa döndük. Ben bu kez de havuza gittim, biraz da orada yüzeyim dedim. Akşama ızgara balık yaptık, bira, şarap vs. Üçüncü günde böyle geçti. Dördüncü gün bizim kızı hastaneden çıkarmaya gittik erkenden. Aldık geldik hemen. Ev kokuyordu ona, ama herşey kokuyordu. Ne yapacağımızı şaşırdık, zorla yemek yedirmeye çalıştık. Sürekli hasta modunda yattı. Kalan üç günü de, koku lafları, sürekli öğürtüler, arada kusmalar arasında geçirdik. Ben evde yapmadığım kadar iş, yapmadığım kadar yemek yaptım, yıkamadığım kadar bulaşık yıkadım. Bunun adı da tatilmiş. Hay ben bu tatilin içine. Aklıma kötü bir deyiş geldi. "Bahtsız bedeviyi çölde kutup ayısı.." aynen böyle yani. Allam naptım da bu yıl ki tatil böyle oldu, bir suç, bir günah mı işledim. Tövbe allahım:)

15 Haziran 2009 Pazartesi

satılık senaryo var, duyan duymayana haber versin leeleleele!!!



Uzun zamandır üzerinde çalıştığım senaryo nihayet bitti. Yarabbi çok şükür. Bu fikir ortaya atılalı tam iki sene oldu. O günden beridir kafamda ölçüyorum tartıyorum, kağıda döküyorum olmuyor siliyorum yeniden yazıyorum, o da olmadı bilgisayarı gttiğim her yere götürüyorum, ufak notlar alıyorum, ilham perilerini kovalıyorum, taslak çıkarıyorum; yani kırk takla değil yüz kırk takla attım bunu okunacak hale getirene kadar. Okunacak hal diyorum, çünkü ancak hikayesini yazabildim. Uzun uzadıya ama ayrıntısına kadar. Tretman diyelim biz buna. Hem de bir sezonluk. Öyle az iş gibi gözükmesin. Çok çalıştım çokkk. Gecemi gündüzüme kattım. Bir sürü doküman okudum, konuyla ilgili araştırmalar yaptım. Hele yapımcım bir evet desin anında yazarım çekim senaryosunu. Tembellikte elime kimse su dökemez ama vakitli saatli bir iş yapıp bir yerlere yetiştireceksem beni kimse tutamaz. Hikayeyi yazdığım gibi kaplumbağa hızıyla değil, jet hızıyla yazarım o zaman. Bir nevi hızlı gonzalesim ben. Bu yavaşlık bu hikayenin yazılma aşamasına özel bir şey. Yoksa benimle kimse yarışamaz hızlılık konusunda. Zaman koşar ben ardından. Tabakhaneye yetişmeye çalışanlardanım:)
İşte de, okulda da hep bir acelem olmuştur. Okulda ödevleri ilk gün teslim eden ben olmuşumdur, ya da vaktinde. Mülakatlara, sınavlara hep ilk gün girerim, sabır diye bir meziyetim yok benim. Vakit uzadıkça sıkıntı içimde büyür benim. Bir an önce o işten iyi ya da kötü kendimi kurtarmak, kafamı rahatlatmak, sorumluluk hissini üzerimden atmak isterim. Herşey bittiğinde o rahatlık hissini severim ben, keyfini çıkarırım o anın, doya doya yaşarım. İşte de mesela, ellerim acaip hızlı hareket eder. Geçen gün bir arkadaşım ellerimi yıkarken beni izlemiş, "ellerini ne kadar da hızlı hareket ettiriyosun" dedi. Bir dikkat ettim, sanki otomatiğe bağlamışım onları, parmaklarım birbirinin içinde, avucumda seri hareketler yapıyor, birbirlerini ovuşturuyor. Bilinçli yaptığım bir şey değil bu. Huy işte. Can çıkmadan huy çıkmaz derler. Sanki hep birileri beni kovalıyor gibi. Aslında ben, kaçan zamanı kovalıyorum. Onunla yarış halindeyim.
Dünde işteydim ve iki senedir bir türlü kuyruğunu bağlayamadığım senaryoyu sonunda bir kazığa bağladım. Yumurta dayanmadan bir işi başlayamam ben ve en verimli olduğum anlar da genelde bir kaç işi birarada yaptığım anlardır. Dün o kadar işimin arasında oturdum senaryoya noktayı koydum. Şaşırdım kendime valla. Günün sonunda iyi iş çıkarmıştım, kendimle gurur duydum. Bakalım sevgili yapımcım da benimle aynı hisleri paylaşacak mı? Onun deyişiyle heyecanlanacak mı?
Geçen gün uğramıştım kendisine, geldiğim aşamayı anlatmıştım ona. Heyecanlanmış gibi gözüktü bana ama bu yapımcıların işi belli olmaz. Gözlerindde dolar işareti var. İşine gelmez, para kazanamayız bu filmden der, benim senaryo tozlu raflara gider. Ama hiç de öyle kolay olmayacak bu. O yok derse alır giderim senaryomu, başka yapımcının kapısını aşındırırım. Sererim yatağı onların kapısına. Ta ki içlerinden biri kabul edene kadar. Birisi olmazsa öteki, o olmazsa bir öteki daha. illa ki allayıp pullayıp birisine satacağım bunu. Yok öyle yağma. İki yılımı verdim buna ben. Çekin len bu senaryoyu! Yüzünüzü kara çıkarmayacağım. Walla memnun kalacaksınız, para kazanacaksınız, eğleneceksiniz, en önemlisi yeni şeyler öğrenip şaşıracaksınız!

13 Haziran 2009 Cumartesi

perföratör...(oyucu, bir çeşit matkap)

Bu günlerde içimde tarifi olmayan bir iç sıkıntısı var, tarif edemiyorum çünkü onu bir nedene bağlayamadım. Öyle ara ara gelir. Yeme içmeden kesilirim, sürekli uyku modu, kaçıp uzaklaşmak, yalnız kalmak, hiç bir aktivitenin içinde yer almamak, film dahi izlememek, hiç bir şey yazmamak gibi haller olur bana. Depresyon diyorlar ama yine de ben kendime kondurmam bunu. Sürekli kontrol altında tutarım, hiç boşa almam vitesi, belki bundan dolayıdır arada bir rölantiye alıyorum kendimi. Bu halin adına hayatta bir mola almak diyelim. Devre arası gibi. Sürekli kontrol, sürekli denetim yoruyor bir saatten sonra. Ruhun dinginleşmesi, ferahlaması, hatta bir müddet devre dışı kalması gerekiyor.
Perföratör ortopedinin kullandığı bir ameliyat aletidir ve maktap görevi görür bir nevi. Burgulu uçları vardır, en sert dokuları deler. Sanki onunla oyuluyor her yerim, etrafa parçalar savruluyor. Umrumda değil şiimdilik, görüyorum parçaları kılımı kıpırdatmıyorum. Bir süre sonra silkelenip kendime geleceğim ve onları aceleyle toplayıp yerine yapıştıracağım. Ama asla eskisi gibi olmayacak. Yaşlanmak demek, zamanın ilerlemesi demek bu olsa gerek. Yıllar parçalıyor, dağıtıyor, harabeye çeviriyor, giden gidiyor işte. Dur diyemiyoruz, rejenarasyon yapamıyoruz yılan gibi değiliz ki kopan kuyruğumuzun yerine yenisi gelsin. Yaşadığımız her şey iz bırakıyoruz yüreğimizde, bedenimizde, beynimizde...

9 Haziran 2009 Salı

sempozyum yerine güne gelen kadın grubu!

Kadın eşittir çene. Dinmek bilmeyen bir uğultu var salonda. Kürsüde konuşan da bir bayan ama salondakilerin uğultusundan sesini duyuramayan bir bayan. Hazırlanmış, emek sarfetmiş, bilgi alışverişi demiş, beyin fırtınası demiş kalkıp gelmiş. Koca bir hayal kırıklığı. Dinleyen bir kişi yok. Herkesin derdi saçında başında, kimin ne giydiğinde, kimin nereden geldiğinde, belli ki tanıdık olanlar hemen ayaküstü bir dedikodu çemberinde. Görev verilmiş, sırf onlar da bunu yerine getirmek için bedenlerinin oraya taşımışlar, kafaları başka yerde kalmış. Bu tip yerlere de alışkın olmadıklarından burada da gündelik hayatları devam ettiriyorlar. Bir pişkinlik bir pişkinlik. Yani canı sıkılıyor dışarı çıkıyor canı sıkılıyor içeri giriyor, canı sıkılıyor çayıyla kahvesiyle dolaşıyor, bir hava almaya iniyor vs. vs.. Kürsüdeki konu anlatıyor, hem de dinleyenlerin yaptığı işle bizzat ilgili, doğru bilinen bilgiler çürütülüyor, bilgilere bilimsel alt zemin oluşturuluyor ama kimin umurunda. Bizimkiler hak getire. Onlar herşeyin en doğrusunu bilir ya, işler hep tıkırındadır ya, ne gerek var dinlemeye di mi?
Madem dinlemeyecektiniz niye geldiniz. Gelmek isteyenlere de engel oldunuz, kontenjan işgal ettiniz. Türk milletinin bir özelliği vardır, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olurlar. Boş yer görmesin koyarlar lafı, hem de hiç düşünmeden. Herşeyi çok bilirler, hem de en iyisini bilirler. Konuşmacıların sunumları bitince salondan soru istediler. Kimsede çıt yok. Sanki konuyu dinlediler de herşeyi çok anladılar, sildi süpürdüler anlatılanları, hatta yuttular bilgileri de soru sormuyorlar. Aslında tabiri caizse apıştı kaldılar da o yüzden kafalarını sandalyenin altına soktular, sesleri sedaları kesildi. Aman bizi kimse farketmesin, yanılıp da bize kimse bir şey sormasın. Çünkü verecek cevapları yok, onlar sadece dinlemeye geldiler, onu da yapmadılar ya o ayrı konu. En sonunda oturum yöneticisi artık dayanamadı, hafiften bir dokundurdu onlara. Salondaki dinmek bilmeyen uğultuları dile getirmeden lafını soktu. Ohh ne iyi oldu. Birden herkes sus pus oldu. Kabahatlarinin farkındalar ama salondaki klimalara da laf etmeden geri kalmadılar. Bütün suç yıkıldı zavallı klimaların üstüne. Herkes herşeyin farkında bahaneler boşuna, rezillik diz boyu.
Eğitimsizlik, cahillik, görgüsüzlük, pişkinlik kötü şeydir. Eksiği bilip doğruyu aramamak, doğruyu arayana saygı göstermemek, ukalalık yapmak kötü şeydir. Biz böyle bir toplumuz, meyve veren ağacı da taşlamayı pek severiz. Ne bizim olsun ne de bir başkasının.. Bencilliğin daniskası, yok bunun ötesi!!

6 Haziran 2009 Cumartesi

Üç Kızkardeş...
Çehov'unkiler kadar ünlü olmasalar da onların da kendilerine göre bir tanınmışlıkları var. En azından benim gibi renkli bir kişiliğin arkadaşları onlar. Daha ne olsun di mi? Hem zaten Çehov'unkiler pek de sıkıcıdır, gitmek isteyip gidemezler, yapmak isteyip yapamazlar, durdukları yerde aksiyon yaratırlar. Bunlar öyle mi? Aksiyonu dibine kadar yaşarlar, yaşatırlar. Üç farklı karakter, üç ayrı dünya. En büyükleri N. tam bir çılgın. Bir abladan beklenmeyecek kadar özgürlükçü, dağınık, savurgan, gece kuşu. Ortanca da bir N. O büyük ve küçüğün dengeleyicisi. Abla olması gereken yerde abla, küçük olması gereken yerde küçük. Tam bir sürat makinesi. Ben kendimi hızlı, atik, çevik, övünmek gibi olmasın pratik zeka sanırdım ama bu kişilik beni ikiye hatta üçe katlar. Hop kalkıyorum der kalkar hop oturuyorum der oturur, hop giyinir, hop soyunur, hop yer, hop içer böyle bir şey işte. Küçük olan B. Büyüğün yerine getirmediği sorumlulukları yerine getirir, kendini frenlemesini bilir, evi derler toplar, yemek yapar, misafir ağırlar. Peşine takıp bir yere götürdüğünde seni yüceltecek cinsten bir şahsiyet yani. Valla ben üçünden de çok memnunum. Beni eğlendiriyorlar, bana güven veriyorlar, beni anlıyorlar, dert ortağı oluyorlar, tatil arkadaşı oluyorlar daha bir çok şey aklıma gelmeyen...
Şimdi bu üç kızkardeş benim bir apartman yanıma taşındılar. Mutluluğumu anlatamam. Onları bu kadar yakınımda görmek bana hem güven veriyor, hem beni çok mutlu ediyor. Canım sıkıldığında, onlara ihtiyacım olduğunda ya da onların bana ihtiyacı olduğunda iki adım ötede olmaları İstanbul gibi koca metropolde her arkadaşa nasip olacak cinsten bir şey değil. Bugün taşındılar. Beni meşgul etmek istemediklerinden bana haber vermemişler. Tesadüfen öğrendim ve koştum hemen. Her yer her yerde tam bir bayram evi. Yerleşmeye çalışıyorlar. Beni bulaştırmak istemediler. Annesi ve babası da gelmiş. Ne yapayım da bunlara yardım edeyim dedim. Koştum eve geldim. Kardeşime börek yaptırdım. Doldurdum bir tabağa götürdüm. Nasıl memnun oldular, annesi babası özellikle defalarca teşekkür ettiler. Tabi biraz da kızlarını benim yanımda emniyette hissettiler, güven duydular bana. Bu duygu beni çok memnun etti. Birileri beni adam yerine koydu:)
Bugün güzel bir gün, her yönüyle... İsteklerimiz, emellerimiz her zaman nihayete ulaşmıyor, ulaşmasını da beklemiyorum ama her zaman da kursağımızda kalmak zorunda mı? Ki benim için hiç şaşmaz, sürekli kursağımda kalır, öksürsem de çıkmaz. Hep bir öksürme olayı, hep bir boğulma, hep bir hazmetme, hep bir geri durma... Arada işte şu an mutlu olduğum durum gibi iyi olaylar da oluyor. Yukarıdaki bunlarla idare et diyor, çok şey isteme, senden kötülerine dön bak diyor. Eğer ders alacaksam da iyi şeylerden değil kötü şeylerden ders aldırıyor. Yani arada insan daha iyi, daha güzel şeylere özenip istemez mi? İçimdeki ses "yoook dur orada senin onu istemeye hakkın yok, kötüye bak şükret" diyor. Ehh napalım, elimiz mahkum hadi öyle olsun diyorum. Demesem de değişen bir şey olmuyor zaten. Alıştım bu duruma, modern polyanna durumu. Elimdekiyle yetinmesini öğrendim kısacası. Şimdi bu güzel anların tadını çıkarmayı daha çok seviyorum...İyi ki varlar, iyi ki geldiler...Hoşgeldiniz komşularım:)

3 Haziran 2009 Çarşamba

suya düşen tatil...



Lafa nasıl başlayacağımı bilmiyorum, biraz gerginim. Çünkü az önce tatil planı yaptığım arkadaşım bu planı suya düşürdü. Halbuki iki haftadır güzel türkiyemin her metrekaresini karış karış araştıran, uygun bir fiyata otel bulup, herşey dahil bir hafta kendimizi dinlendirelim, yiyelim içelim diye göbeği çatlayan kişi olarak ben gergin olmayayım da kim olsun!!! Bi de bu haberi öyle telefonda söylemiyor, bütün şirinliğini kullanmak, alttan girip üstten çıkmak için elinde dondurmayla bana geliyor. Aklı sıra tatlı yiyicez tatlı konuşacaz, hem de vanilyalı dondurmayla. Hiç de sevmem. Yaw kardeşim madem gelmiceksin niye bunu başta söylemezsin de beni sap gibi ortada bırakırsın. Şimdi ben kalkıcam, kimle tatile gidilir kimle gidilmez, kim iki saatte hazırlanır kim hazırlanmaz, kim garsonlara asılır kim asılmaz, kim 12 de vurur kafayı yatar kim sabahlar, kim içer kim içmez, kim danseder kim pistten inmez, kim yüzebilir kim yüzemez bilimum bütün aktiviteleri düşünücem de, elime telefonumu alıp arkadaşlarımı benimle beraber tatile gitmeye ikna etmeye çalışıcam. Olmaz yahu, yapılmaz bana. Son dakika golü derler buna.
Ama beni eşşek kovalasın ki bu arkadaşımla ben tatil planı yaptım. Nerden bilirdim, ah nerden bilirdim! Napiyim, son 4 yıldır onunla tatile gidiyorum. Ehh memnunum da , asgari müşterek de anlaşıyoruz. Yani huyunu suyun bilmediğin birisiyle tatil arkadaşlığı yapmaktansa, bildiğin adamla tatil yapmak en iyisidir. Derler ya arkadaşını tatilde tanırsın diye. Severim de kendisini. Şimdi biraz şüpheliyim sevgimden. 4 gün önce gideceğimiz oteli bile aradık, gideceğimiz tur firmasından yerimizi ayırttık, hatta ve hatta ben alışverişimi bile yaptım. Şimdi ben sinirlenmeyeyim de napayım. Bütün benliğimle kendimi tatile hazırlamışım, rüyalarımda bile denizde yüzüyorum, geziyorum, yiyorum içiyorum yapılır mı bu bana. Arkadaşlık bu mu yaaa! Çok ayıp çok!