Serzenip mi kendine gelecek yoksa silkenip mi kendine gelecek henüz bilemedi, dolaşıyor...

28 Mart 2010 Pazar


ve kemençe ve horon ve insan halleri...


Bazı hafta sonları Kadıköy'deki yazar arkadaşım, master arkadaşım, can arkadaşım F. beni davet eder ve ben de müsait olduğum durumlarda bu davete icabet ederim. Her gidişimde daha vapurdan iner inmez kulağıma bir kemençe sesi gelir. Ve ben gayri ihtiyarı o sesi takip ederim, yaklaştıkça ritmi beni de heyecanlandırır, farkında olmadan kemiklerim oynamaya başlar. İskelenin sağ tarafında bir kalabalık varsa ve kemençe sesi geliyorsa anlayın ki orada gençler kendilerinden geçercesine horon oynuyorlardır, kalabalık bir seyirci eşliğinde. O ana her tanıklık ettiğimde ben de hep aralarına katılıp onlara eşlik etmek istemişimdir. Kanım kaynıyor, o ses, o ritim içimde bir yerde sürekli beni fişekliyor, "oyna oyna sen de oyna" diye beni dürtüyor. Kendimi tutuyorum, çantam var, ayakkabım müsait değil diye kenardan izlemekle yetiniyorum ama yine de arada omuzlarım sallanmıyor değil. Bazen ayaklarını, figürleri izlediğim kadar yüzlerini de izliyorum, onların kendilerinden geçişlerini, trans hallerini inceliyorum. Bu nasıl bir oyundur ki insanları bu kadar içten oynatıyor? Ruhlarında öyle bir yere temas ediyor ki bu ses, onlar bu sesi duydukları zaman neresi olursa olsun ortaya atlayıp hiç bir çekinme, utanma hissine kapılmadan rahatça oynayabiliyor. O sese zaafı olan, kendini o ses karşısında aciz hisseden biri olarak düşünüyorum bunun nedenlerini.

Mesela düğünde, piknikte, bir organizasyonda horon oynayabilirsiniz, orada ona göre bir düzenleme yapılmıştır, programda ona da yer verilmiştir. Bu anlaşılabilir bir şey. Ama güpegündüz yolda giderken ansızın bir kemençe sesi duyuyorsunuz ve insanların spontane şekilde horon oynadığını görüyorsunuz. Bir kişi oynamaya kalktı mı ötekilerde ondan cesaret alıp anında bir halka oluyorlar, sanki daha önce kareografisi yapılmış gibi, düzen ve nizam içinde.

Bazen aklıma geliyor. Bu insanlarda nasıl bir özgüven vardır. Kadıköyün en kalabalık yerinde kim olduğunu bilmediğiniz insanların karşısında evindeymiş, düğün dernekteymiş gibi kalkıyorsunuz ve horon ediyorsunuz. Muhtemelen o gün oraya hiç kimse oynamak planıyla gelmemiştir, yoldan geçerken tesadüfen sesi duyup oynamaya başlamıştır. Şimdi bu özgüven Türkiyenin başka hangi yöresinde vardır. Horon yerine orada insanlar halay çekerler mi, bir efe gösterisi yapabilirler mi ya da çayda çıra. Ben hiç tanık olmadım. Heralde oynalasalar "bunlar da burada ne yapıyor" diye bakanlar daha fazla çoğunlukta olurdu. Bu biraz da kişilik meselesi. Yani insanlar kolay kolay kalabalık önüne çıkıp bir gösteri sunmazlar bundan çekinirler, tepkilerden korkarlar. Maalesef Karadeniz insanında bu yok, ya da kemençe sesi daha ağır basıyor. Ellerinde olmadan kendilerini oyunun içinde buluyorlar. Bir doğulu cesaret edip o kadar kalabalığın önünde halay çekemez diye düşünüyorum. Karadenizlinin böye bir derdi yok, o memleketinden dün gelmiş olsun, İstanbul'un yabacılığını hiç çekmez, köyünde nasıl rahat rahat, kendine güvenli şekilde dolaşırsa burada aynı o şekilde dolaşır. O istanbul'u bir istanbullu kadar benimser, ayrım yapmaz, ideolojik olarak kendini bu topraklardan ayrı olarak görmez, hatta böyle bir durumda ilk kahramanlığa kalkışan kişi o olur. Samimidir, davranışlarını sergilerken altta kötü bir şey beslemez, bundan dolayı olabildiğince doğal olur ve kendini sevdirir, kendine yakınlık hissi uyandırır. Yine de kendine fazla güvenmek doğru değildir bana göre:))

Horon doğu karadenizin kültürel olgusudur. Birleştirici ve eşitleyici bir güçtür. Çocukluğumda kına gecelerinde ve düğünlerde horonlara tanıklığım olmuştur, hatta o yaşlarda oynamışlığım da. Benim horon kültürüyle bizzat tanışıklığım ilkokul üçüncü sınıfa denk gelir. Babam o zamanlar okul müdürüydü ve sınıf öğretmenimde okulun folklor hocalığını yapıyordu. Babam sınıfa girip o yılki folklor ekibine beni de kaydetti ve horon serüvenim böylece başlamış oldu. Üçüncü sınıflardan tek kişi bendim, diğerleri beşinci ve dördüncü sınıflardandı. Benim boyum kısa olduğu için (o zamanlar için geçerli bu) horonun en sonundaydım. Ablaların öğrenme becerisi ve takati bende yoktu tabi ama onlara yetişmek ve öğrenmek için hafta sonları bile çalışıyordum. Babaannem babama kızıyordu beni bu etkinliğe kattığı için, hoş karşılamıyordu kız çocuğunun oynamasını. Ama akşamları evde ya da hafta sonları teype bir kaset koyup beni oynatırlarken ilk izleyenim ve alkışlayanım arasındaydı. Onun da bu sese zaafı vardı. Çok bilirim hafta sonları kuzenlerimle biraraya gelip yaşlı kadınlara gösteri yaptığımı. Neyse işte ben horonu okulunda öğrenmiştim ve düğünlerde oyunu kurmayı hep benden beklerlerdi ve komutları benim vermemi isterlerdi. O zamanlarda horon daha az figürle oynanırdı ve genelde oyunda birlik yoktu. Yeni gelen nesil figürleri artırdı, kareografi yaptı ve izleyeciye görsel bir şölen sundu. Mesela 23 nisan ya da 19 mayısta bütün köylüler, kasabalılar, yaşlılar, gençler bayram için yapılan diğer etkinlikleri değil, bizim oynadığımız horonu izlemeye gelirdi. Çok değişik bir atmosfer oluşurdu, herkes kendinden geçmiş, zevkten dört köşe olmuş, nefeslerini tutmuş şekilde horonu izlerdi. Yine köylerde kına geceleri olurdu ve bu kına gecelerine erkekler de katılırdı. Normalde tutucu olan insanlar kına gecelerinde kendilerini aşarlardı, tabi kemençe ve horon sayesinde. Kızlarla erkekler biraraya gelip pek konuşmaz, ortak bir etkinlik içerisinde olmaz, hatta bazıları erkeklerle konuşmayı günah bile sayardı. Ama bu özel gecelerde bir erkek beğendiği kızın koluna girip horon oynayabilirdi. Normalde kızın babası ya da abisi bu duruma kızması gerekirken horonun insanları eşitleyen gücü sayesinde kimseden ses çıkmazdı. Horon boyunca erkekler kızlara atma türküler içerisinde üstü kapalı aşklarını itiraf eder ve ortaya ditrambos şenliklerinde ya da karnavallardaki gibi bir özgürlük havası çıkardı. Bunların hepsi kemençenin o ilahi sesinden kaynaklanırdı.

Şimdilerde nerede bir kemençe sesi duysam ya da horon görsem anında algılarım o yönde açılır. Metroya girdiğimde oradaki kemençe yada tulum çalan adamın yanına gider, biraz dinler öyle giderim. O orada yokmuş, o ses hiç duymamış gibi yoluma devam edemem. Ya da televizyondaki kemençe sesine kulak vermeden, oynanan horonu izlemeden geçtiğimi hiç bilmem. Kulağım o sesi tanır ve beni alır çocukluğuma götürür. Ben çocukluğumda bunu öğrendim, o kültür benim en küçük hücrelerime kadar işledi. Her kemençe sesi veya her horon iyidir diye bir şey yok. İyiyle kötüyü ayırmasını bilirim. Bunu kendime biraz hak olarak görüyorum. Çünkü benim kemençe kulağım ve horon bilgim var. Okulluyum da derim, o kültürle yoğrulmuşum da derim. Horonun insanları yerinde durdurmayan enerjisi bence bu kültürden uzak insanlara da yavaş yavaş bulaşmaya başladı. Bir gösterinin en çok izlenen bölümü genelde karadeniz horonu oluyor. O çoşku, o heyecan insanları sarhoş ediyor, tutsak ediyor. Horon bulaşıcı ve pozitif bir enerji dalgasıdır denilebilir bu anlamda.

Kendime, o ritim ve o ilahi sesi hep duymak ve performansını yaşamak dileklerini diliyorum. Benim aldığım hazzı başkaları alır mı bilemiyorum ama sizlere de iyi bir akçabaaat erkek horonu izlemeyi tavsiye ediyorum.

20 Mart 2010 Cumartesi




belgrad ormanında iki kız...
Benim pirelerin cirit attığı, sabahın erken saatinde, arkadaşım "lolo" aradı. "Hava güzel ben ormanda yürümek istiyorum, benimle gelir misin" dedi? Kör istemiş bir göz Allah vermiş iki göz misalı, hala uykuda olan halimle "evett"t dedim. Geldi beni aldı, saat 3 civarı belgraddaydık. Ne çok özlemişim ormanı, doğayı, toprağı, yerdeki kıştan kalma yorgun yaprağı... Yavaş yavaş yürümeye başladık, doğayı, havayı içimize çekerek...Bir yandan sohbet ediyoruz, bir yandan etrafı seyrediyoruz, gölü seyrediyoruz, kuşları izliyoruz...Tam manasıyla bir terapi durumu yaşıyoruz.
Ben doğayı seviyorum, toprağı seviyorum, börtü böcek, yeşil benim içine doğduğum şeyler. Şanssız olduğumu söyler dururum ya, işin bu kısmını es geçmişim. Düşünmeden ettiğim laflardan birisi işte. Başkalarının isteyip de bulamadığı şeyin tam ortasına doğmuşum ben. Çocukluğumu yeşilin binbir tonunun içinde geçirmişim, ağaca tırmanmışım, dallarından tarzan misali uçmuşum, kızıl ağaç yapraklarından kendime şapka yapmışım, olmadı bazı yaprakların tadına bile bakmışım, derenin içinde yürümüşüm, ağaçtan kendime oyuncak evler yapmışım... Bunlar geldi aklıma orada yürürken ve tabi yaşlandığım. O güzel anıların üzerinden epey zaman geçmiş, hatıraları bile is kaplamış.
Bir ara yürürken kökünden kopup yere uzanmış koca bir ağaç gördüm. Koşarak ormana indim ve onun üzerine çıktım. Gölü oradan izlemek istedim. Arkadaşım arkamdan "gitme ayakkabılarına yazık olacak" diye seslendi, ama kimin umurunda. Enfes bir manzara; batan güneşin pırıltılıları gölün üzerine vuruyor, oradan da benim gözüme. Kuşlar suya konuyor, uçuyor, yerde mart çiçekleri mor mor açmış, ağaçlar yeşermeye başlamış. İzlemeye doyamadım.
Bu keyifli manzarayı bir müddet izledikten sonra geri döndüm, yola çıktım. Tekrar yürümeye başladık. Eski Türk filmlerinin çekildiği manzaranın önüne geldik, bir iki ediz hun, hülya koçyiğit esprisi yaptık. Bu manzaranın önünde kim olsa birbirine aşık olur.
Biz yüksekteyiz, göl alçakta ve yakınımızda. Hemen yoldan bir taş kaptım ve göle fırlatmaya başladım. Ama ne mümkün o kadar yakın mesafeden taşı göle düşüremiyorum. Bazen gücüm yetmiyor, bazen taş küçük gitmiyor, bazen de taş ağaçlara çarpıyor Taşı atamadıkça hırs geldi, yollardaki bütün taşları topladım, azimle onları atmaya başladım. Bir türlü tutturamadım. Bu arada bizden ilerde iki tane başı boş köpek görünce daha fazla ileriye gitmeyelim dönelim dedik. Benim gözüm yollardaki taşlarda. Bir yere geldik, baktım olmayacak aldım elime üç beş taş doğru ormanın içine, gölün yakınına bir yere. Sonunda muvaffak oldum göle taşı fırlatmaya. Bloggg diye bir ses geldi, o sessizlliğin içinde bu ses yankılandı, dalga dalga geldi kulağıma çarptı. Ses o kadar doğaldı ki. Bloggg. Böyle tok bir ses geldiğine göre taş gölün derin bir yerine denk gelmişti. Çok hoşuma gitti, bir daha attım, bir daha, bir daha... Arkadaşım hayretler içerisinde beni izledi. O istanbul kızı, ben trabzon. Beni anlamasını beklemiyorum ondan, hatta onun İstanbul'da doğup büyümesine üzülüyorum.
Baktı olacak gibi değil, ben deli gibi eğleniyorum. Bırakıp yanına gitmeyeceğim, o da girdi kurumuş yaprakların arasına, haşur huşur sesler arasında yanıma geldi. Tuttuğu gibi geri götürdü beni. Bu kez de yolun kenarındaki kuru yapraklar ilişti gözüme. Cebimden çakmağı çıkardım ve yaktım. Evet, test etttim gerçekten yanıyormuş:)) Lolo bir an geri döndü ve yaprakların tutuştuğu gördü, bir bana bir ateşe baktı. Koşarak geldi ve ateşi söndürdü. Ben de tırstım bir an. Aslında ormanın yanacak bir durumu yok, çünkü yerler daha ıslak ama belli de olmaz yani. Dedim "şimdi eve gideriz haberlerde belgradın yandığını duyarız". "Evet, ölürsün vicdan azabından" dedi. Ben de "yoo, istanbul da gideceğim başka orman kalmadı diye üzülürüm" dedim. Güldü lolo.

Bir baktık böyle oyalanırken 3 kilometre yürümüşüz, havada kararmaya başladı. Enerjimizi akıtarak, kendimizi şarj ederek demir aldık oradan.
Orman çok güzel, ağaç, yaprak, kuş, köpek, mart çiçeği çok güzel. İçim neşe doldu, bir tuhaf oldum. Keşke imkanım olsa ormanın içinde bahçeli bir evde günlerimi geçirsem. İnsan yaşadığını anlıyor, her uzvunun sana müteşekkir kaldığını görüyorsun. Soluduğun hava akciğerlerini mutlu ediyor, yürüdüğün yol bacaklarını mutlu ediyor, kalbin güzellikle dolduğu için mutlu oluyor, beynin enerjisini boşalttığın için mutlu oluyor...
Ayakkabılarım gayet iyi, hiçbir hasar yok. (bence onlar da mutlu, her gün gittkleri yerden farklı bir yer gördüler. şehir hayatı onları da sıkmıştı çünkü, hep asfalta basmaktan kötü enerji yüklenmişlerdi.)

16 Mart 2010 Salı


tebdil-i mekanın havadisleri...

Dün işyerimdeki bir sohbet konusundan bahsetmek istiyorum. Aslında her gün buraya yazacak kadar değişik muhabbetlerle karşılaşıyorum. Hepsi tecrübeyle sabit, kıssadan hisse şeyler. Yeni arkadaşlarımın bir çoğu tabiri caizse dini bütün insanlar, en azından şekil itibarıyla öyle gösteriyorlar. Bu durum ilk başta çok tuhafıma gitti, fakat giderek alışıyorum. Öyle bir grupla beraberim ki bu dini bütün gibi gözüken arkadaşlar çoğunlukta ve ben istediğim gibi özgürce konuşamıyorum. Hem konuşacağım şeylerin konusunu bir daha düşünmem gerekiyor, hem adab-ı muaşerete dikkat etmem gerekiyor. Müstehcen şeyler konuşmamalıyım, mizahı anlamayıp bana yargısız infaz yapabilirler. İdeolojik olarak kendimi ön plana atmamalıyım, aslan yürekli rişar olmaya gerek yok. Gereksiz yere devrimci komünist damgası yerim. Ki ben sınırlarda gezinen, çok keskin düşünceleri olmayan biri olarak bu damgayı bu ortamda kesin yerim.



Ortada bahsi geçen mevzuyla ilgili bir fikrim oluyor mesela. Ya bunu nasıl söylesem de burada normal bir insan olarak algılansam diye düşünürken, bir bakıyorum söyleyeceğimi unutmuşum, keyfim kaçmış, enerjim düşmüş. Ben öyle hesap ederek, düşünerek konuşan biri değilim ki. Genelde sözcükler dilimden doğaçlama çıkar, etrafı çok dikkate almam ve ilk düşündüğümü önce söylerim. Böylece beni tanımayan insanlar da anında benim hakkımda yanlış bir izlenme kapılabilirler. Bu çok mu önemli? Evet şu durumda önemli. Çünkü her gün sekiz saatim onlarla geçiyor. Huzursuz biri değilim, etrafa huzursuzluk vermek istemem, huzursuz edilmek de istemem. Kemiği olmayan bir dilim var ve maalesef onu burada tutmak zorundayım. En azından bir süre daha.


Durum çok iç karartıcı. Yanlış bir imaj çizmemek için debeledip durdum ilk günlerden beri. Ama canıma tak etti. Ben bu değilim çünkü. Yavaştan yavaştan kendime geliyorum. Dilim çözülmeye başladı. Yavaş yavaş alışacaklar bana. Önce tuhaf tuhaf baktılar söylediklerime, olayları yorumlayışıma şaşırdılar. Mesela herhangi bir olayı ben hemen belden aşağı muhabbete getirip, müstehcen bir kelime kullanmaya gerek kalmadan kafalarda şimşek çaktırabilirim. Niye böyle bir şey yaparım? Sebebi yok ama işin komiğini buradan çıkarmayı seviyorum ve her kim olursa olsun belden aşağı muhabbete gülüyor ve akıllarda kalıcı oluyor. Ya da tam tersi çok bilimsel açıklamalar da yapabilirim. Güncel hayattan örnekler verip genellemeler yapabilirim. Bir anda arşa çıkarıp bir anda yerle bir edebilirim insanları. İnsanların akıllarında kalsın diye söylediklerimi mimiklerimle oynayabilirim. Orada tanıdığım beyin gücü insanlarına anında bir lakap takabilirim ve onları taklit edebilirim, kişilikleri hakkında psikolojik bir açıklama getirebilirim. Beyin gücünü anında yerip dibine batırıp, karizmalarını sıfırlayabilirim. (Laf aramızda bir tanesini fena benzeteceğim.)


Bu durum iş gücünün hoşuna gidiyor, onların içlerinden geçirip de söyleyemedikleri şeyleri ben rahatlıkla söylüyorum, dillerine tercüman oluyorum. Rahatlığıma şaşırıyorlar ama çok da hoşlarına gidiyor. Bir espriyi yapmak için onu yaşamak gerekmiyor, önemli olan onu anlatırken yaşanmışlık etkisi vererek karşı tarafa bunu gerçekmiş gibi yaşatmaktır. Aynen öyle yapıyorum, doğaçlama yapıyorum, şivelerle süslüyorum, tecrübelerimi ardı sıra sıralıyorum. Böyle bir muhabbette bunlar benim söylediklerime nasıl tepki vereceklerini şaşırıyorlar. Sonra içten içe kıkır kıkır gülmeye başlıyorlar. Akıllarından benim hakkımda kötü düşünceler geçiyor bir yandan, bakışların bazıları böyle gelmeye başladı çünkü. Onların akıllarını okuyabiliyorum ve sonrasında aynen içlerinden geçirdiklerini pat diye espriyle karışık yüzlerine söylüyorum. Onları ve tepkilerini izlerken acaip zevk alıyorum. İnsan psikolojisi, sosyolojisi, antropoljisi ne kadar insana dair bilim varsa hepsine dair bilgilere ulaşabilirsiniz bu ortamlarda.


Dün toplu ibadettten konu açıldı. Malum burası hacı hoca takımı bir yer. Ben de çocukluk anılarımdan bahsedip bunları biraz güldüreyim, biraz da dinle dalga geçilebileceğini onlara göstereyim dedim. Çocukken annemin beni teravih namazına götürdüğünde, benim namazda gülüp namazı bozduğumdan, kadınların sesli dua okumalarıyla dalga geçtiğimden, başımın kadınların eteğinin altına girdiğinden söz ettim. "Daha o zamandan ne mal olacağın belliymiş, seni gidi beynamaz" dediler. Ama gülmekten de kendilerini alamadılar. Sonra yaz tatillerinde camiye gittiğimde dersi nasıl kaynattığımı, arkadaşlarımın yün kazaklarından kopardığım tüyleri havada üflerken birden başımda hocanın sopasını parçalanmasını, eşarplarımızı birbirine bağlayıp sonra çözemeyişimizi, ayakkabılarımızı saklamamızı ve dualara kendi dilimizde cümleler ekleyip onlarla dalga geçtiğimizi anlattım. Herkesin çocuklukla ilgili anıları aşağı yukarı böyledir, bunlar da benimle aynı süreçten geçmişlerdir muhakkak. Aslında insanlar bana gülerken bir taraftan kendi çocukluklarına gülüyorlar.


Bugün de yüzme sporundan söz açıldı. Ben de havuza gittiğimden falan bahsettim. Hatta bir arkadaşa "gel beraber gidelim benim gittiğim havuz gayet güzel, hocalar güzel, bir kere karma, haremlik selamlık değil bu sebeple oldukça eğlenceli" dedim. Arkadaş "çok güzel gelirim o zaman" dedi. Bunun duyan bir başkası bana kötü bir bakış attı, "kötü kadın müzeyyen bunu da yoldan çıkaracaksın, bir eyüpe gidin de tövbe edin, siz böyle nelerden bahsediyosunuz" dedi. Biz de bastık kahkahayı. Böyle tepkiler alınca ben daha da üstelerine gitmeye başladım. "Eyüp'de bir sürü tesettürlü bayan var, demek ki çok günah işlemişler, şimdi tövbekarlar öyle mi?" Hemen "günahın çeşitli şekilleri vardır, doğrudur tövbeye gitmişlerdir" diye bana cevap verdi. "Ve uzatmadan sen de bir an önce git "dedi. Ben de "yaa biraz daha toplayayım, boş yere meşgul etmeyeyim, gittiğimde toptan tövbe eder, defteri yenilerim" dedim. İşin komiğini çıkarmaya bayılıyorum. Yine güldüler ama tuhaf bakışlarını hala üzerimden alamadılar. Çok çalışmam lazım çok.


Yeni mekanın atmosferi yaklaşık böyle, ortamın böyle olacağı hiç aklıma gelmemişti. Farklı bakış açılarına sahip insanlarla olmayı tercih ederim de bir taraftan. Kendimi aynada görmekten ziyade başka aynalarda bakıp başka insanlar görmek benim açımdan besleyici bir durumdur. Bu beni zorlar, ben zorlandıkça araştırmaya, bulmaya, oradan yeni bilgilere, yeni verilere, yeni sonuçlara ulaşmaya çalışırım. Sürekli bir beyin fırtınası hali.


Çok değişik konular geliyor gündeme. Ara ara paylaşacağım bunları sizlerle. Hadi kalın sağlıcakla...

7 Mart 2010 Pazar


Acemilik...Ustalık...


Bendeki tembelliğin boyutunu konu alan yazıyı daha önce yazmıştım. (neden bu kadar ara verdiğimin sebebi diye lafa böyle girdim). Bayağı bir ara verdim, canım da yazmak istemedi açıkcası. İşimi değiştirdiğimi söylemiştim, adapte olmaya çalışıyorum, evet çok çalışıyorum. Acemilik var tabi, kaba hatlarıyla bildiğim bir iş ama daha önceki işimin yanında bu, biraz ince iş. Detay çok, farklı bir alan, farklı enstrümanlar, en önemlisi farklı insanlar. Ki bu son söylediğim aslında işin en önemli kısmı. İş değil huy öğreniyorum. Her yiğidin yoğurt yiyişi farklı derler ya, aynen öyle. Bunun yanında bu yiğitler bir de kendilerini dünyanın en özel, en zeki insanları sanıyor. Bir ego var ki olayın içinde sormayın gitsin. Benim gibi, insanları anında boka sokup çıkarmakta usta olan, hatta bundan zevk alan birisi için bu çok sancılı bir durum. Tanımıyorum onları, kim neye ne tepki verir bilmiyorum, iş ne kadar ciddi olursa olsun ortamı yumuşatmakta maharet sahibi olarak ben susmak zorunda kalıyorum. Görülmemiş bir şey. Ama işte hayat bu, ne zaman başınıza ne geleceğini bilmiyorsunuz, kişiliğinizi baskılamak zorunda kalabiliyorsunuz. Bazen bu kıçları kalkmış insanların aslında ne acuze yaratıklar olduklarını onlara bizzat göstermek istiyorum. Sabrediyorum, ama sonunda volkan gibi patlayacağım. Eğer insaflı birine denk gelirsem ve meramımı anlatabilirsem, tabi ki iyi kıvırabilirsem oradan şutlanmam. Yoksa bu volkan patlarsa onlar da beni patlatır. Benim gibi dilinin kemiği olmayan, laf söylemekte insan ayırt etmeyen birisinin orada tutunması zor. Bu insanlar kendilerine yukarılarda, başka gezegende köşkler satın almışlar, oradan biz dünyadaki zavallı insancıklara arada bir selam verme alçakgönüllülüğünü gösteriyorlar. Alacağım hepsinin paçasının aşağıya:))


Bunlar işin esprisi ama gerçeklik barındıran espriler. Şimdi ben buraya ilk başladım, eşekten dönmüş sıpaya döndüm. Bir tuhaf oldum, yıllarımı verdiğim işyerinden ayrılıp, hiç tanımadığım bir yere gidip işe başla.dım Arkadaşlar çok sıcak karşıladı beni, insanın iş arkadaşı ancak bu kadar iyi olur, o derece yani. Bana hiç acemilik çektirmediler, ki bu duygu çok kötüdür, ilk işe başladığımda bu duyguyu çok yaşamışımdır, tavsiye etmem. Yıllar insanı palazlıyor, burada öyle bir şey hissetmedim, işi bilmediğim halde. Gerçi sakın bana acemi muamelesi yapmayın, ben çömez değilim, işe yeni başlamadım diye sevimli bir uyarıda bulundum. Esprinin altındaki ince nükteyi anladılar ve ona göre davrandılar. Çok yardımcı oldular.


Burada insanlar gerçekten çalışıyor. Benim eski işyerimde insanlar işten çok laf üretirlerdi. Burada gerçekten çok iş var, işin ucu bucağı yok. Bu yüzden kimse kimsenin kaşıyla gözüyle ilgilenmiyor. İş çok ama adil bir sistem var. Ben acemi olduğum için yoruluyorum, öğrenmeye çalıştığım için hem beynim hem bedenim yoruluyor. İşi öğrendikten sonra rahat. Benim sıkıntım biraz da bu. Öyle bir yapım var ki hopp herşeyi bir anda öğrenivereyim istiyorum. Bir tezcanlılık, bir heyecan ki sormayın. Arkadaşlar çok sakin ve rahat olduğumu iddia ediyorlar ama içimdeki aksiyondan kimsesin haberi yok. Bi de ben yaptığım işle, öğrenirken yaşadığım süreçle ilgili kendimle dalga geçiyorum. Bunlar da beni rahat sanıyorlar, kendimi eleştirmem onlara bunu ifade ediyor. Halbuki içimdeki aksiyonu dışa atmaya çalışıyorum kendimi eğlendirerek bu gerginlikten kurtulmaya çalışıyorum. Kendimi iyi biliyorum, neyi yapıp neyi yapmayacağımı, bu biraz da olgunluk ve meslekte pişmekle alakalı. Öyle çok tedirgin olmuyorum, ucunda ölüm yok ya. Bir an önce öğrenmek isteyişim bir an önce işin rahat kısmına geçmek, ezberden de o işi yapabilmek için. Bazen sıkıştığımda benim de başka yeteneklerim var diyorum. Onlar spesifik bir alanda uzmanlar ama benim uzmanlıklarım onlardan çok. Onlar bunu biliyor ve yeri gelince beni takdir ediyorlar. Olaya çok iyi adapte olduğumu söylüyorlar. Ben öyle dolduruşlara gelmem ama. Bunlar bir an önce işi bana öğretip kendi köşelerine çekilmek istiyor. Ama yemezler, "hayır ben daha öğrenmedim, herkese uygulanan sistem bana da uygulansın" diyorum. Kahraman olmanın iyi olmadığı bir iş çünkü. Ben o çarktan yıllar önce geçtim.


Bahsettiğim üst insanlar, arkadaşlarımın dışında olanlar. Onlar işin beyin kısmı, biz iş gücüyüz. Hepsinin maskesini düşüreceğim, yola getireceğim onları. Onlar daha beni tanımıyor. Ben de acele etmiyorum kendimi tanıtmakta. Bir iki kez kendimi tutamadım konuştum. Şimdi o kişiler peşimde dolanıyor, bizim odaya gelsene, gel bir iki konuşalım diye. Yüz vermiyorum. Aslında bir taraftan da hikaye topluyorum, senaryolarım için ilginç tipler var burada. Umarım işler hep rayında gider, sorun olmaz, hayat güzel olsun, insanlar güzel olsun, herşey güzel olsun...


İşin özeti bu: farklı insanlar, farklı atmosfer, yolu bile farklı...