Serzenip mi kendine gelecek yoksa silkenip mi kendine gelecek henüz bilemedi, dolaşıyor...

26 Kasım 2009 Perşembe


başsız inek...




Herkes bayramla ilgili bilimum yerlere not düşmüş, kimisi bayram kutlaması yapmış kimisi kazalara dikkat çekmiş, kimisi kurban kesmenin canilik olduğunu söylemiş, kimisi doğru dürüst kesin demiş vs. vs... Ben ne diyim şimdi diye düşünüyorum...


Bir kere madem müslümanız, bu kurbanın kesilmesi lazım. Et seversin sevmezsin o ayrı konu. Görevse yapılacak. Ben de hoşlanmıyorum kesilmelerinden, çekiştirip mezbahaya ya da oraya buraya götürülmelerinden ama dini vecibeyse yapacak bir şey yok. İnsanların tercihlerine saygılı olmak lazım. Bi de sanki hiç hayvan görmemiş vegeteryan ülkede yaşıyormuş numarası yapmayalım. Bu bayramdan haberi olmayanımız yoktur, çocuklumuğuzda hangimiz şeker toplamadık, hangimiz kavrulmuş eti yemedik. Şimdi nedir bu olaya bu kadar fransız olma ayağı. Bugünü yadsıyarak başkalarına hoş mu gözükeceğiz. Normal günlerde et yerken sesimiz çıkmıyor ama. Sanki o zaman rızalarını mı alıyorduk onları kesmek için. Şimdi onlara sormadan kestik diye suçlu mu hissedelim kendimizi. Ya da normalde önce anesteziyle uyutup sonra kesiyorduk da şimdi direkt boğazlarına bıçağı dayıyoruz da cani mi oluyoruz? Binlerce yıldır bu hayvanlar kesilir yenilir. Dini anlamda kestiğimiz zaman suç. Ben işte bunu anlamıyorum.

Bir şeyi, bir olayı, bir durumu eleştirirken enikonu düşünüp öyle konuşmak lazım. Hele böyle hassas konu da. Türk milleti bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olur ya. Bir bakarız hepimiz birilerine fetva veriyoruz. Eğer derseniz ki bu hayvanları keserken hijyene dikkat edelim, onlara eziyet etmeyelim, keserken bıçağa dikkat edelim de bir yerimizi kesmeyelim o zaman anlarım. Yani entel olacağım diye ayyy ne kurbanıymış, bu ne caniliktir demenin bir manası yok. 364 gün et yerken sesiniz çıkmıyor. Entel olmanın, aydın olmanın, marjinal olmanın yolu kurban bayramında ona buna bok atarak mı oluyor. Eyy benim memleketimin güzel ama içi boş insanları. Kurban bayramı sadece hayvanları kurban etmenin bayramı değil. Bu kadar dar ve sığ düşünürseniz yanılırsınız. Kurban paylaşmaktır, en yakınından en uzağına insanların farkında olmaktır. Düşküne, fakire, yetime, mazluma, hastaya yardım etmektir. Kazayı belayı başından savmak için bir fırsattır.


Etrafta gördüğümüz görüntüler hoş değil kabul ediyorum. Çocukları dehşete düşürecek kadar vahşi, biz büyükleri insanlığımızdan utandıracak kadar trajiktir bunlar. Lütfen adam gibi keselim kurbanları, üsulune göre keselim, keserken kendimizi kesmeyelim, usülüne uygun dağıtalım, paylaşalım...


Herkese hayırlı bayramlar dilerim... Ne kurban keseni, ne de kesmeyeni bilmeden, anlamadan eleştirmeyelim...

24 Kasım 2009 Salı


24'ten sonra bir hikaye...


Cumartesi gecesi arkadaşımla beraber TSYD'nin organize ettiği bir yemek için Sarıyer'e gitmiştik. Yemek gayet keyifli geçti. Sisten dolayı boğazın enfes manzarasından yoksun kaldık ama fasıl yapan amcamız kulaklarımızın pasının sildi, oynadık, güldük, kurtlarımızı döktük. Kalabalık olmadığımız için muhabbet daha samimi oldu. Bir dahaki yemeği de aynı mekanda yapmak üzere sözleştikten sonra 23:30 gibi oradan ayrıldık. Hala sis vardı...

Arkadaşım sis olduğundan dolayı arabayı temkinli kullanıyordu. Ben de gecenin kritiğini yapıyordum. Derbent civarında trafik ışığında durduk ki; ansızın arkadan kütttt diye bir araba çarptı bize. Biz de öndeki arabaya tabi. Ben algılayamadım önce ne olduğunu. Arkadaşıma ne oldu dedim. O da araba çarptı, iyi misin dedi? İyiyim dedim, onu sordum ve belimdeki hafif ağrıyla arabadan indim. Ben inerken arkadaşım inemedi. Başımı çarptım dedi. Ben daha kazanın şokunu atlatamamışken bunu duyunca iyice şoka girdim. Ne yapacağımı şaşırdım. İlk defa bir kaza geçiriyordum ve arabada yaralı vardı. Hemen onun yanına gittim. Çok bilinçli değilim o anda. Kafamdan bir sürü şey geçiyor ne yapacağımla ilgili, ama bir türlü olaya konsantre olamıyorum. Bir bakıyorum onun başını elliyorum, bir bakıyorum yanımıza gelenlere emirler yağdırıyorum, bir bakıyorum telefonumla birilerini aramaya çalışıyorum. Bir yandan yardıma gelenlerin onu arabadan çıkarmalarına engel oluyorum. "Hareket ettirmeyin başını çarptı, boyunluk takılması lazım" diye bağırıyorum. Bize çarpan arabada üç alkollü kişi, bizim çarptığımız da karısını doktora götürmeye çalışan biri. O sırada birisi gözümün içine girmeye çalışıyor, yırtıyor kendini "benim ben" diye? Görmüyorum onu. Bağırıyorum sadece 112'yi ayarın, 155'i arayın. Adam iyice bağırıyor kendini tanıtıyor. Bir bakıyorum yemekte beraber olduğumuz arkadaşlardan biri. Hemen arkamızdan geliyorlarmış, kaza olunca durmuşlar yardıma gelmişler. O an dedim, bu gökten inen bir melek, sevincimi anlatamam. O kadar çaresizim ki. Bu arada bize çarpanlar "hemen götürelim hastaneye, buraya çok yakın falan" diyorlar. Ben bağırıyorum onlara, "ellemeyin arkadaşımı, 112 çağırın!". Korkuyorum çünkü boyun travması, boyunluk lazım. Bir şey yoksa da böyle karga tulumba götürülür, allah korusun o an bir şey olur. Ben böyle etrafa emirler yağdırırken bir taraftan da arkadaşıma soruyorum kimi arayayım diye. Kardeşini arattırdı bana. Ben olabildiğince sakin bir sesle -o an nasıl olacaksa- "biz kaza yaptık iyiyiz ama gelmen lazım" dedim. Kardeşi ne yapacağını şaşırdı, anında geliyorum falan dedi. Yemekteki arkadaşımız polisi aradı. Şimdi aklıma geliyor, ben 112 yi aramışım hemen ama aradığımı unutmuşum hala etrafa bağırıyorum niye aramadınız 112'yi diye. Az sonra polisle beraber 112 geldi, arkadaşımı onlara teslim ettim, hangi hastaneye gideceklerini öğrendim. Onunla gitmek istiyorum fakat arabanın yanında birinin kalması gerekiyor. Yine arkadaşımız, eşini arkadaşımla beraber hastaneye gönderdi, kendisi benimle arabanın yanında kaldı. Bu arada ben ehliyet ruhsat işleriyle uğraşıyorum, bir tane kimlik de onun yanına verdim hastanede lazım olur diye. Kardeşini arayıp gideceği hastaneye yönlendirdim. Durmadan telefonum çalıyor, soğukkanlığımı koruyup herkese cevap vermeye çalışıyorum, annesi arıyor, kız kardeşi arıyor, dayısı arıyor. Bir şey yok diye ikna etmek mümkün mü, ambulans seslerini duyuyorlar zaten. Onu ambulansa koyduğum sırada dayısı geldi. Daha da bir rahatladım, polislerle ve tutanaklarla o ilgilendi. Ben de yemekteki arkadaşımla beraber hemen hastaneye gittim. Bana soruyorlar bir şeyiniz var mı diye, ben panikten dolayı ağrıyı unuttuğum için yok diyorum.

Hastaneye gittiğimde kardeşleri oradaydı, bizimkinin filmlerini çekmişler sedyede yatıyor, arkadaşımızın eşi başında. İyiydi biraz ağrısı vardı. Erkek kardeşi kötü durumdaydı, çaktırmamaya çalışıyordu, sucuk gibi terlemişti, beti benzi solmuştu. Çok gergindi, çok korkmuştu, herşeyin o anda yapılmasını istiyordu. Doktorlarla iletişimi ben kurdum alttan almaya çalışarak. Fakat gereken yapılmıştı, hem de çok hızlı bir şekilde. Bizimki ambulansla hastaneye gittiğinde kardeşi hastanenin kapısında onu bekliyordu. Nasıl ulaşmıştı o kadar kısa sürede hastaneye ve o siste şaştım kaldım. O da hatırlamıyor zaten. Biz sonuçları beklerken annesiyle babası geldi. Annesi onu sedyede öyle yatıyor görünce küt diye yere düştü bayıldı. Bu kez çocuklar onunla ilgilenmeye başladı. Ben arkadaşımın başında sedyeyi doktorun yanına götürdüm. Doktor filmlerini değerlendirmişti, kırık çıkık bir şey yoktu, beynine bir şey olmamıştı. Ağrı kesici yaptılar. Kaza yerine gelen polisler alkol testi için kan almaya geldiler, adli vaka olduğu için hastaneden rapor aldılar. Çok şükür ki bir damla alkol almamıştık. Evde gözlemlememiz koşuluyla gönderdiler. Önce karakola gidip ifade verdik. Sonra eve geldik. Sabah altıda yattık, iki saatte bir ben buna şuur kontrolü yapmak için kalktım. Her şey yolundaydı. Öğleden sonra yemek için kalktık. Babasının ilk lafı "bir musibet bin nasihatten iyidir, bir daha ondan sonra dışarı çıkmak yok!" oldu. Biz hemen itiraz ettik tabi, "bizim ne suçumuz var geldi çarptılar" dedik. O an ikna etmek mümkün mü? Baktık olacak gibi değil, uzatmadık. Gece yardım eden arkadaşımız aradı. Gözlerimiz doldu valla. Hızır gibi yetişmişti, gecenin ıssızlığında, ormanın kenarında ve üç alkollü adamın yanında.

Böyle bir deneyimim oldu. Hiç trafik kazası geçirmemiştim, bir daha da geçirmek nasip olmasın. Çok korktum, arkadaşımı öyle görünce panik yaptım, bildiğim herşeyi unuttum bir anda. Sonra düşündüm böyle durumlar için bir acil eylem planı oluşturmak lazım. Yoksa apışıp kalıyorsun, afallıyorsun. Telefonda acill aranacka kişiler, nasıl konuşulacağı, 112, 155 falan gibi. Gerçi arkadaşım beni çok başarılı buldu. O durumda bile patron gibiydin herkese emirler yağdırdın, organize ettin dedi. Bense hayal meyal hatırlıyorum o anları.

Pazar günü belimde ağrı yoktu. Dün işe gittim. İşim gereği 3 saat sabit ayakta kaldım. İşim bitince hafiften bir ağrı başladı ve giderek şiddetlenmeye başladı. Allahım ayakta duramıyorum, gittim hemen film çektirdim. Bir şey yokmuş ama mr çekilmesi lazımmış. Kas gevşetici önerdiler, muhakkak yatak istirahati dediler. Maalesef dün çok işim vardı ve dinlenemedim, üç tane hap içtim. Gece olduğunda ne oturabildim ne yatabildim, belim yerinden kopacak gibi, uyuşmalar var. Bu sabah işe gitmedim evde dinleniyorum hala mr çektirmemekte ısrarlıyım. Ağrım ayakta durduğum müddetle doğru orantılı olarak artıyor, yatıyorum yine geçmiyor. Ağrımla boğuşma durumu var bakalım nereye kadar.

Bu kazadan çıkarılacak sonuç: Her zaman herşeyi kontrol altına alamazsın, boşuna uğraşma, kendini bırak, sıkma. İnat etme, doktoru dinle. Kazayla ilgili bir hata yok, durduk yerde araba çarptı, aile büyüklerinin bunu kullanmasına izin verme. Sakin ol, acil eylem planı oluştur. Olacakla öleceğe çare yok, kendini yıpratma, neden diye sorma. Herkese kazasız belasız günler dilerim...

Not: Ayrıca fena da olmadı, bir kaza sahnesi yazarken artık kazazedelerle daha kolay empati kurabilirim.

13 Kasım 2009 Cuma


Boş bellek...

Ben doğduğumda hiç bir şey bilmiyormuşum, ya da hiçbir özelliğimle dünyaya gelmedim. Herşeyi yaşayarak öğrendim. Hani insanlar geçmişlerinden bir şeye, bir mirasa sahip olurlar. Bu sadece maddi anlamda değil, kişilik anlamında, karakter anlamında, hayata bakış açısı anlamında. İnsan sabırlıdır bilinir tekrar sınanmaz, insan metanetlidir bilinir sürekli metanet göstereceği olaylar karşısına çıkmaz, insan aşık olur bilinir devamlı bitmek zorunda kalmaz. Kısaca insan doğduğunda yazılımına bazı şeyler yüklüdür. Benimki bomboş. Ben dünyaya gelirken şöyle olmuş muhtemelen: Herşeyi deneme-yanılma yoluyla öğrensin, kendi çalışsın, kendi öğrensin, armut piş ağzıma düşü rüyasında bile görmesin, sürekli yukarıdan sınava tabi tutulsun gibi bir yazılım programını bana yüklemişler. Ya da çıkışta doğum melekleri arasındaki bir kavgaya kurban gittim de, programlar karıştı bu halde doğdum. Orasını Allah bilir.


Mesela aşk verir, hemen ardından acısını da yanında verir ki bu nasıl bir şeymiş öğrensin. Mutluluğunu yaşatmak gibi bir programı kurmamışlar bu belleğe. Muhakkak acı olsun, Allah muhafaza mutluluk ömür boyu sürerse bu bir şey öğrenemez diye. Kısa kısa yeter. Sanki, sırf bir fikrim olsun diye bir sürü adam tanıdım, hiç biri uzun ömürlü olmadı. Sonra sabır. Beni sınamak için her gün karşıma binbir türlü olay gelir. Bakalım buna nasıl dayanacağım, nasıl bir formülle işin üstesinden geleceğim diye. Eğer çözdümse daha zoruyla karşıma gelinir. İnternette oyunlar var ya başarırsın bir üst levele gelirsin, işte öyle bir şey. Sonu yok yani. Sürekli zekam test edilir. Başıma çeşitli olaylar gelir, olay mahallinde ben yer alırım. Diyelim işteyim, benim olduğum gün baskın olur, teştişe gelinir. Sokaktayım, bomba atılır oradan geçen ben olurum, yolcular, şöforler birbirini döver, gaz bombası yerim nefesim tıkanır ölecek gibi olurum. Ev sahibim herkesinkinden fazla zam ister, attığım her adımda devlet benden vergi alır. Çarşıda pazarda kazıklanmamak için gözümü dört açarım. Arkadaşım arabayı kullanırken yol bilme özürlü olduğu için ön koltukta iki elim dizlerimin üstünde gergin bir oturuşla yolları karıştırmamak için tetikte olurum. O görev bile bana düşer. Evde sosyal ya da maddi manada bir iş olacaksa önce bana başvurulur. Öne geçip önderlik etmemi isterler. Başka zaman akıllarına gelmem. Ee tabi bu durumlarda kendimi en az zararla olaylardan kurtarmak için zekamı azami ölçüde kullanmak zorunda kalırım. Şöyle romalı pozisyonunda yatmayı ne çok özlerim, birisi de benim sorumluluğumu alsa da ben de köşede kıvrılsam. Dünya umurumda olmasa. Nerede o günler! Benim program sürekli çalışmaya ayarlanmış. Ev almak istiyorum, bir türlü para biriktiremiyorum, araba almak istediğimden ben emin değilim. Agresifim biraz neme lazım yolda bir laf derim, oracıkta şoförler kafa göz girerler bana.

Şimdi, bazıları dünyaya ortamları hazırlanmış halde geliyor. Bense dünyaya geldikten sonra ortamımı kendim hazırlamak zorundayım. Bunun için önce birey olmak, sonra eğitimli olmak, sonra iş, para, konum, aşk sahibi olmak için çalış babam çalış. Ben sürekli sınandığım için buradaki sınavım bitmek bilmiyor. Bu acıyı öğrendi başka bir acı bu olmadı bir başkası. Yeter ki bu işlerin acıların bir sonu olmasın da ne olursa olsun. Oysa şanslı azınlık, hiç böyle dertlere sahip değil. Acıyla tanışması gerekmez, aşk gelir onu bulur, iş gelir onu bulur. Zaten bir takım eğitimleri çocukken farkında olmadan almıştır. Sorarsan benden mutsuz o ayrı. Tatminsiz şeyler! Ben çocukluğumda ne bisiklete binmeyi bildim, ne yüzmeyi, ne araba kullanmayı, ne tenis oyanmayı, ne de ingilizceyi en basitinden. Hepsini sonradan sırf bu şanslı azınlığa dahil olayım diye paralar dökerek, ekstra zamanlar yaratarak öğrendim. Eşitlik meşitlik yok, demokrasi yok, sosyal devlet yok. Kimse martaval okumasın. Ezip geçmek var bu dünyada.

Bir çocuk doğduğunda ortamı fiziksel olarak hazılamanın dışında, bu özeni onların gelecekleri için de göstermek gerek. Bunlar insanın elinde olan şeyler, tabi bi de insanın elinde olmayan şeyler var. Şu benim yazılım programı gibi yukarıdan
hazırlanmış olanlar için söylüyorum. İnsaf diyorum, niye herkes aynı derecede sınanmıyor da ben bir duyguyu öğrenmek için yüz kere sınanıyorum. Öğrendim ben, acıyı, nefreti, öfkeyi, tahammülü, sabrı, iyiliği, kötülüğü, basireti, sağduyuyu, merhameti... Keşke herkes benim gibi olsa. Hep diyorum DÜNYADA ADALET YOK!

10 Kasım 2009 Salı


arkadaşın arkada kaldığı durumlar...

Hafta sonu yeğenlerime baktım demiştim ya, o gün dışarı çıkamamış, içimdeki kötü enerjiyi toprağa akıtamamış biri olarak gece pc de öylece dolanıyorum, msn, facebook, blog açık falan. Saat yirmidört civarları. Samimi arkadaşlarımdan birisi msnden mesaj atıyor "ooo yaşıyor musunuz?" diye. Ben de arkadaşımı iyi tanıdığımdan bu lafın altında yatan sitemi anında çakozlayarak birden şartellerim attı. "Evet yaşıyorum ama bir kere de lafa sitemle başlamasan" dedim. Mesele buradan başladı. Bir sürü sitem dolu laflar, ben de ağzıma geleni söyledim. Eskisi gibi içimde tutmadım. Söylemesem ben, ben olmaktan çıkacaktım. En sonunda cevap vermeden çekti gitti. Koymadı bana desem yalan demiş olmam. Neyse önce kızla mazimizden biraz bahsedeyim, taşlar iyice yerine otursun ki beni sadakatsiz biri sanmayın.

Normalde bu hep sitem durumundadır ve ben anlamamazlıktan gelir, alttan alma moduna girerim. Ama o gün evde iyice bunalmış biri olarak öyle demedim ve artık aslında öyle demekten, alttan almaktan, onu hep haklı çıkartmaktan bıktım. Vakti zamanında bununla aramızda bir dargınlık olmuştu. Dağ dağa küsmüş dağın haberi yok şeklinde bir durum. Bu durduk yere bir yerden alınmış, bunu da söylememiş, içinde büyütmüş dağ kadar yapmış. Aradan zaman geçmiş bana karşı suratı hep asık hep asık, beni arkadaş ortamlarında görmemezlikten gelmeler,tirip atmalar, laf sokmalar vs. Ben normalde kendini rahat ifade edebilen, hakkının arayan, çan çan konuşan biri gibi gözükürüm. Değilmişim, o günlerde farkettim. Kıza karşı sesim çıkmadı, ezdikçe ezdi beni. Ben öyle salak salak durdum orada. Ha arkadaşlarda durumu farketti, ben sessizleştikçe büyüdüm gözlerinde. Bana hak verdiler, onunla konuşup sorunun ne olduğunu sordular. Bu önceleri burnundan kıl aldırmamalar, kerpetenle ağzından laf çıkarmalar, kem kümler, yok bişiyler. Sonra vay efendim eskiden onu çok ararmışım şimdilerde aramıyormuşum, niye suratı asık sormuyormuşum, onu takmıyormuşum. Efendim o çok ince ruhlu biriymiş, kırılırmış (kırılmak ona has bişiymiş gibi, halbuki o ara bende kırmadık taraf bırakmadı o ayrı) zırtan pırtttan şeyler anlayacığınız. O bana suratını astığı için ve tabi ki ben de suçsuz olduğumu bildiğim için onu ciddiye alıp ne oluyor diye sormadım. Öyle de inatçı bir tarafım var. Sormam işte. Çünkü biliyorum kız hep bir adım önde olmak isteyen, hele ince bir ruh deyince bayrağı kimseye vermeyen, kırılmak onun tekelinde olan bir şahsiyet. O zamanlarda ben ona o kadar darıldım ki anlatamam. İçimden bir şey koptu, artık ona karşı hissizleştim. Bir gün konuyu açtım ve hatalarını teker teker söyledim, o da söyledi. Ama o hep haklı tabi. Neyse ben çok uzatmak istemedim. Gerek yoktu bir yerde, çünkü benim için bitmişti. Çok iyi iki dosttuk, çok güzel anılarımız olmuştu, acılarımızı paylaşmıştık, beraber yemiş içmiştik. Bunların hatırına uzatmadım. Bitmişti ama. Ona dair bir duygum kalmamıştı, artık görüşsek de olurdu görüşmesek de. Hatta görüşmesek bir müddet daha iyi olurdu. Ve haftada bir iki olan görüşmelerimiz iki haftada bire sonra ayda bire düştü. Telefonla hal hatır da aklıma geldiğimde, o da üfleyip püfleyip (şimdi yine aramadığıma sitem edecek diye). Onun beni kırmasını kaldırmamıştı bünyem. Ben öyle küçük şeylere takılan biri değilim. O zamana kadar da önemsemedim, gün yüzüne çıkarmadım. Meğerse ben de kırılırmışım.
Arkadaşlığımız devam ediyor. Ben özlemiyorum mesela, bazen onu aramak külfet geliyor bana. Telefonun ucundaki ses samimi fakat bir o kadar da sitemkar ve uzak. Bu durumu kendime yaşatmak istemiyorum. Belki bencilce. Benim ruhum bunları kaldırmıyor. Eğer benim ruhum birşeyi yapmak istemiyorsa ona eziyet etmiyorum. Ne isterse onu yapıyorum sadece kendim için. Kendime önem veriyorum. Yalnızlıklarda, acılarda, mutluluklarda, sevinçlerde hep kendi kendinedir insan. Paylaşılınca sosyalleşirsin sadece, bu senin duygularının sendeki reaksiyonlarını azaltmaz ya da artırmaz. Taşıdığımız beden de tektir ruh da. Akciğerlerimiz bize ait ve aldığımız nefes de yalnızca onları havalandırır. Arkadaşlarım benim için önemlidir, sık sık görürüm, gülerim eğlenirim, yardım ederim. Kendimi sabırsız biri olarak görmeme rağmen arkadaşlarıma karşı olabilidiğince sabırlıyım. Bunda herşey tersyüz oldu. Çeliştim kendimle. Bu arkadaşım o akşam beni çileden çıkardı. Lafa öyle başlaması sinirime dokundu. Söylemeyeceğim sözleri söyletti, bir yerde iyi oldu. Artık bir dönsün kendine baksın. Bu karakteri yüzünden yanında bir tane arkadaşı kalmadı, bazen sırf onun yalnızlığına üzüldüğüm için onu arıyorum. Aslında haksız sayılmaz belki uzun zamandır onu aramamışım vs. Öyle bir noktaya getiriyor ve öyle yanlış cümleler kuruyor ki mecburen kendini haklı çıkarmak zorunda hissediyorsun. Hepimizin farklı meşguliyetleri var, kimse hayatından yüzde yüz memnun değil (bak hafta sonu çocuk bakmışım). Üste çıkmak için ona" madem arkadaşız, aklına gelmişim de sen niye aramamışsın, aramanın sırası mı olur, niye benden beklemişsin" dedim. Bişey diyemedi, bozuldu tabi. Sürekli aranacak, gönlü alınacak, poh pohlanacak kişi o. Top onda iki numara olmaya tahammülü yok.
Arkadaşlık böyle bişey değil bence. Ben de karşı tarafa bazen naz yaparım, sitemkar olurum ama ne bu kadar ciddiye alırım durumu, ne de karşı tarafı ezmeye çalışırım, anında işi şakaya vurur gönlünü alırım. Gerek yok böyle triplere. Gerçekten gerek yok, zamanında böyle yaptığı için onun hayatımdaki öncelik sırasını değiştirdim. Yalan değil yani. Belki kız bunu hissediyor. Kusura bakmasın. Bitince bitiyor ve rol yapamıyorum. Uzak duruyorum, yanında olup hiç konuşmayıp o orada yokmuş gibi davranmaktansa uzaklığı bahane edip durumu kurtarmak daha dürüst bir davranış geliyor bana. Gergin ortamlardan hep uzak olmayı tercih etmişimdir. Demek ki bu da beni geriyor. Buradan çıkan sonuç bu. Hiçbir şey zaruriyet halini almamalı. Gönüllü olduğunda hem veriyorsun hem alıyorsun. Kim daha ne ister, olmuyorsa uzatmamak lazım!

7 Kasım 2009 Cumartesi

İyi çocuk kötü çocuk...

İki tane dünya tatlısı, şirine mi şirine yeğenim var. Anneleri çalıştığı ve bugün bakıcıları olmadığı için onlara bakmak zorunda kaldım. Sorumluluk duygusunu şu yaşıma geldim, bir türlü sevemedim. Yemekleri, uykuları, oyunları, tuvaletleri derken bayağı işleri var. Ben de öyle sabırlı biri değilim. Hemencik sinirlenirim. Çok sevdiğim için katlanıyorum, başkasının olsa bir saat sabredemem. Hele ağladıklarında heralde dışarı atarım. Bunları öyle yapamıyorum tabi, ee bi de dışarı da atılmaz yani söylediğime bakmayın:)) Allahtan bunlar çok yaramaz değiller. 2,5 yaşında olanın eline bir tane ikea dergisi verdim. Sabahtan beri sayfalarını çeviriyor, bakıyor, dokunuyor, kendi kendine bir şeyler söylüyor. Ne anlıyor ondan anlamadım. Saatlerce baktı ona. Mobilyaların çanak çömleğin nesi cazip geldi merak ettim. Öteki ise babytv kolik bir kız. Biri tv izledi biri dergi karıştırdı. Bana da onlara yemek hazırlamak kaldı.

Çocukları öyle uzaktan seven, cee yapan, güldüğünde öpen, pışpışlayan biri değilim. Böyle rol kesen o cici kızlara da pek bir illet olurum. Hele sevgililerinin yanında dünden anneliğe hazırmış gibi numaralar yapıp onun gözüne girmeye çalışan iyi aile kızlarından hiç değilim. O kıza o bebeği bir saat emanet et, geri aldığında poposunun pişikli, ağzının aftlı, kolunun mor olduğunu görürsün. İşte çocuk sevmek denen şey böyle gösterişe dayanıyorsa ben çocuk sevmem. Kimin olursa olsun öyle bici bici yapıp, yalap şalap, annesine ya da erkek arkadaşıma yaranmak için kendimi maymun etmem. Seversem severim sevmezsem sevmem. Ben sevginin emek istediğini bilirim. Her zaman pırıl pırıl olmadıkları, gülücükler saçmadıklarını, agu gugu sesi çıkarırken altını doldurduklarını çok iyi bilirim. Yeğenlerinim dışındaki bebeklere düşman değilim sakın yanlış anlaşılmasın. Demek istediğim bu değil. Bu işin çok meşakkatli olduğunu söylüyorum. Çocuklara karşı çok sıcak durmam ama bu onları sevmediğimden değil, sevmenin bir takım sorumlulukları beraberinde getirdiğini düşündüğümdendir. Böyle işte, bu güzel, günlük güneşlik sıcak sonbahar günü evde mahsur kaldım. Perdeyi aralayıp dışarıya bakmadım bile. Sırf canım dışarı çıkmak ister ama çocuklarla çıkamam da kendimi yer bitiririm diye.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Meslek etiğini balkonda asılı etek olarak algılamak...
Yaklaşık bir aydır işimle ilgili bir sertifika programındayım. Gideceksiniz dediler, gittik biz de. Hani öyle gönüllü falan değilim böyle şeylere. Bu işte bir kariyer düşünmediğim için sallamıyorum yani sertifikayı, eğitimi, semineri, sempozyumu... Neyse başladık işte. İlk günler teori vardı iki hafta kadar. Önceleri çok sıkıldım, çünkü mütemadiyen yok efendim siz öyle olmalısınız, yok efendim böyle olmalısınız, etik olmalısınız, sabırlı olmalısınız, pratik olmalısınz, herşeyi bilmelisiniz, uygulayan, uygulatan, uygulatılan olmalısınız vs. Bu cümle en son üst-insana gelir dayanır. Ben bilmiyorum böyle bir insan doğmuş mu, yaşıyor mu, varsa dünyanın neresinde, nasıl bir yaratıktır merak ediyorum. Böyle saçmalıklar yüzünden çok sıkıldım teoriden ilk bir kaç ders. Sonra gündelik hayatta olduğu gibi, ya da bizim pratikte yaptığımız gibi olan konulara gelince herkes bir gevşedi kendine geldi, derse katılım oldu, zevkli hale geldi ve derslerin neticede faydası görülmeye başlandı. Son bir haftadır pratiğe geçtik ve bunun için İstanbul'un muhtelif semtlerinde yedi ayrı noktada işimizi icra etmeye başladık. Amaç başka yerlerde bu iş nasıl icra ediliyor, fiziki şartlar ne, teknik donanım ne gibi konularda ufkumuzu genişletmek. Yoksa gittiğimiz yerlerde çalışmamız söz konuzu değil. Öyle iki günde ekibe ortama adapte olamazsınız. Herkes bunun bilincinde. Kalktık düştük yolllara biz de, bugün bu yakadasınız yarın öteki. Öyle bir şey ki gidiyosunuz, kendinizi tanıtıyosunuz -sizi karşılayanlar oraya ne için gittiğinizi bildiği halde size uzaydan gelmiş yaratık muamelesi yapıyorlar ama olsun bir dahaki programa onlar dahil olacaklar ve ebesininkini onlar da görecekler- uygulama yapılan alanları geziyorsunuz, ortamı ve insanları tanımaya çalışıyorsunuz, özellikle fiziki koşullarla kendi çalıştığınız yerin koşullarını karşılaştıryorsunuz. Bu her gittiğiniz yerde yeniden başlıyor. Bir yere en fazla üç gün gidiyorsunuz hatta bazı yerlere bir gün gidiyorsunuz. Daha burası neresi, buraya nereden gidilir -malum burası İstanbul- öğrenmeden hop başka bir yere geçiyorsunuz. Yani daha bir sürü şey ama özetle mesaiye geç kalmamak için, en kısa yol hangisidir diye akşamdan ibb haritasından yol iz aryırsonuz da yine de insanları memnun edemiyorsunuz.
Bu kadar lafı niye anlattım? Bugün gittiğimiz bir yerde bize öğrenci muamelesi yaptılar, farklı bir tavırlara büründüler. Bu da beni, olabildiğince gerdi. Şu anda, yarın aynı tutumla tekrar karşılaşırsam sözleyeceğim sözleri şöyle bir hafızamdan geçiriyorum ki, onlara fırsat vermeden makineli tüfek gibi lafları sayabileyim. Sabah gittik, hoş karşılanmadık. Sanki biz keyfimizden, kendi isteğimizle gidiyoruz oraya da, onlar da bize tafra yapıyorlar. İş başladı, arkadaşlarla şöyle bir etrafı dolaştık hem de kendi başımıza. Yetkili biri başımıza geçip burası şudur, şurası budur, bu odaya girilir bu odaya girilmez diye bizi bilgilendirmedi. Biz kendi halimizde saldım çayıra mevlam kayıra durumunda araziye çıktık, sonra da yapacak bir şey olmadığından çay odasına gidip oturduk. Öyle ki bu işte ayak altında olmak da sorun olur. Nihayetinde ben bu işi 13 yıldır yapıyorum, bana orada öğrenci mualamesi yapanları cebinden çıkarırım o ayrı konu. Ayrıca hani her gittiğimiz yerde başka muamele. Birisi bir şey yapmayın gerek yok der, birisi bir gün de size ne göstereceğiz ki zaten biliyorsunuz der, birisi içeri bile almaz imzanızı atın gidin der. Eee biz de pinpon topuna döndük, bir oraya bir buraya ne yapacağımızı şaşırdık. Neyse yetkili içeri gelip siz odalara girip çalışabilirsiniz, benim eleman açığım var, yardımcı olabilirsiniz falan dedi. Ha bi de adlarınızı alayım sonra değenlendirme kısmında lazım olur dedi. Bizde bir hönk durumu. Ya, değerlendirme durumu denince aklına yaptığın iş geliyor da, acaba sabahtan beri biz buradayız niye yanımıza gelip ortamı gezdirmediğin, insanları tanıştırmadığın, yardıma ihtiyacın olduğunu söylemediğin aklına gelmiyor. Yardım istemenin de bir adabı, bir usülü olur. Öyle bir misyonla buraya gönderilmedik o ayrı. Ki biz tampon eleman değiliz, biz açık kapatmaya gitmedik, stajyer değiliz. Yaptığımız iş çok önemli olduğundan -ilk günden- tanımadığın, ortamın acemisi olan insana oda ve sorumluluk teslim edilmez, niye bunlar aklına gelmiyor. Bi de kalkmış değerlendirme diye üstü kapalı tehdit tavırları içine giriyorsun. Programın sonunda da biz onlara öyle değerlendirme notları vericez. Biz sertifikayı onların engellemelerine, sabote etmelerine rağmen alıcaz. Çok istediğimden değil ama daha önce bu programdan kalan olmamış bu konuda bilgim var. Ama bizim değerlendirme notlarımıza göre onlar uygulama alanından çıkarılıyorlar böyle de bir bilgiye sahibim. Ha, bu çok önemli mi? Benim için tabi ki değil. Maksat yeşillik olsun, onlar da bir dahaki programda bizim yaşadıklarımızın aynısını başka yerlerde yaşayacaklar. Sözüm mesleğimdeki beyin özürlü, enbesil insanlara. Ondan sonra sertifika programında ilk dersler meslek etiğine falan ayrılmasın. İnsanlar bir kere meslektaşlarına insan muamelesi yapmıyorlar ki karşılarındakilere yapsın. Beyninde var olan hücreleri de böyle fitne fesata ayrıdıkları için mesleklerinde olsun, hayata bakış açılarında olsun, yaşam tarzlarında olsun bir adım ileri gidemezler. Sürekli de hallerinden şikayetçi olup ona buna bok atarlar. Kendilerine dönüp bakacak basiretten yoksun oldukları için toplum içinde böyle küçük insan olmaya da mahkum olacaklar. Vizyonu olmayan ayaktakımı olmak size yeterli gelir. Kusura bakmayın fazlası sizi bozar.