Serzenip mi kendine gelecek yoksa silkenip mi kendine gelecek henüz bilemedi, dolaşıyor...

29 Mayıs 2009 Cuma

günün dedikodusu:))

Şu an arkadaşım benim mutfağımda ikimize yemek yapıyor. Ender hatta hiç rastlanmayan bir olay bu. Bunu hemen bir yere not etmek istedim. Tekrarı olmayabilir çünkü. Yaklaşık 8 yıldır ilk defa gerçekleşiyor bu olay. Yemeği hazırlayan hep ben olmuşumdur. O yapmak istemiş midir hatırlamıyorum. Gerçi bu kez de gönüllü değildi ama karnı açtı. Ben de yorgun olduğumu söyledim ve ilk defa "istersen sen hazırla" dedim. Ne diyeceğini şaşırdı. Durdu bakakaldı. "Evet" dedim, "sen hazırla bakalım nasıl yemek yapıyorsun". Gönülsüzce "tamam" dedi. Canı da biber ve patates kızartmak istemiş. "Ok" dedim, "biber burada, patates şurada, yağ dolapta, tava rafta". "Buyur bakalım". Soruların bu kadarla sınırlı kalacağını sanmışım, tabi ki yanılmışım. Sekiz senede mutfağa girip yemek yapmayı denemeyen, nasıl yapıldığını dahi merak etmeyen birisi nasıl yemek yapsın. Efendim tuzu ne zaman koyacakmış, yağ ne kadar koyacakmış, patatesleri bıçakla değil patates soyacağıyla doğramak istermiş, biberlerin içini temizleyecek miymiş vs. vs. Demek ki kız boşuna mutafağa girmemiş bunca zaman. Meğerse yemek yapmayı bilmiyormuş(!)
Evde annesi yemekleri yaptığı için kızına hiç bir şey öğretme gereksinimi duymamış. (Dipnot: Benim annem der ki; kızım el evine gittiğinizde beni utandırmayın. Bilmediğiniz herşeyden beni sorumlu tutacaklar, demiceklermi ki bu kıza anası hiç mi bir şey öğretmemiş. Bu sebepten ötürü bilmediğimiz yemek çeşidi yoktur, sırf anamıza laf gelmesin diye:))) Hadi diyelim anası öğretmemiş bizimki de hiç mi merak etmemiş. Ya da hiç mi yalnız kalacağını, evleneceğini veye günün birinde yemek pişirmek zorunda kalacağını düşünmemiş. Allah korusun bir gün yalnız kalsa ve dışarıdan da yemek alamasa açlıktan ölür. Ciddiyim ölür. Yani bu kadar arkadaşım var, eşim dostum var derler ya, ben hiç böylesini görmedim. Lann ne de dedikodu yaptım haa:)) Valla kimseye diyemedim de buraya yazdım. Midas'ın kulaklarına benzedi bu iş. İnşallah blog dile gelip söylemez:))
Mutfaktan kızartma kokuları gelmeye başladı bile. Hiç uğramıyorum yanına, sürpriz olsun bana istiyorum. Artık ne pişirdiyse yicem, hiç ses çıkarmıcam, hatta çok güzel olmuş eline sağlık dicem ki şevki kırılmasın, onore olsun. Bu bir başlangıç olsun. Artık bana geldiğinde bu işi onun üstüne yıkarım. Beni çağırıyor, ahanda heyecanlandım. Kimbilir mutfak yerinde mi, yağlar yerde mi, patatesler kömürde mi kimbilir?Hadi bana afiyet olsun anacımmm...

26 Mayıs 2009 Salı

Sinagogda nikah...

Pazar günü hatırını kıramayacağım bir iş arkadaşımın ya da abimin demek daha doğru olur -kelli felli adam yahu- kızının nikahına davetliydim. Daha önce yaşamadığım bir deneyimdi, yapacak tonla plan varken sırf merak yüzünden kalktım düştüm yola. Bunun öncesini anlatayım ilk olarak. Çünkü hiç gitmemişim, bilmiyorum adap usül... Sorduk abimize sizin bu sinagoga girişin bir kuralı var mı? Mesela takı takılır mı, giyim kuşan ne olur, fotoğraf makinesi götürülür mü, güvenlik önlemi var mı gibisinden. Takı takılmazmış tören sırasında, ya öncesinde ya sonrasında. Birden bizim törenler aklıma geldi, bir de elinde mikrofon salonun şebeğinin amcasından bir bilezik diye öten sesi. Görgüsüzlük heralde ya da yedi sülaleye ilan etmek maddi durumumuzu falan. Fotoğraf makinesi ve kamera yasakmış ayrıca. Neyse kot pantolonla da gidilmiyormuş törene. Giyim konusuda bununla sınırlandı. Ehh bu da iyi. Giydik üstümüze şöyle insan içine çıkacak bir kıyafet doğru sinagoga. Haa bir de davetiyenin içinde bir de güvenlik kartı var, eğer onu göstermezseniz içeri almıyorlar. Abi beni önceden uyarmıştı bu konuda bir sıkıntı çekmedim. Güvenlik önlemleri o kadar sıkı ki daha sokağın başından yolu kesmekle başlamışlar işe. Ağırlığını bilemicem ama kalınlığı en az 20 cm olan bir çelik kapıdan içeri alıyorlar sizi. Küçük bir oda gibi olan bu yerden başka bir yere geçmek içinde yine başka devasa çelik bir kapıdan içeri giriyorsunuz. Güvenlik karşılıyor sizi. Adınıza, sanınıza, yaşınıza, işinize, düğün sahibini nereden tanıdığınızına kadar bir nevi Mossad usülü sorularla içeri alınıyorsunuz. Hem öyle böyle suratlarla değil sanki orayı makineliyle taramaya gelmişsiniz de kimliğinizi saklıyorsunuz gibi dehşete düşmüş gözler eşliğinde. Lobi kısmına giriyorsunuz, düğün sahipleri davetlileri karşılıyor, herkes oldukça şık ve güler yüzlü, kapıdaki güvenliklerin aksine son derece yardımseverler, hangi kısma geçeceğinizi söylüyorlar. Gözüme takılan önemli bir ayrıntı kadınlarla erkekler ayrı yerlerde duruyorlar. Haremlik selamlık gibi:)) Erkekler başlarına takke gibi bir başlık takıyorlar adının unuttum şimdi. Bir süre sonra müzik eşliğinde gelin ve damat, nedimelerle birlikte içeri giriyor ağır ağır. Gelinin birinci derece yakınları anne, kız kardeş falan gibi olanların kıyafetlerini şapkalar tamamlıyor. Hepsinin başında inanılmaz güzellikte ve değişik tarzda şapkalar var. Tam bir görsel şölen. Herkes yerine geçiyor. Bizim şebek sunucunun yerini resmi kıyafetli adam alıyor ve ne yapılması gerektiğini söylüyor, kutsal kitaptan parçalar okuyor. Damadı yanına alıp hahamla birlikte ona bir kağıt imzalatıyor. Çok da anlamadım bazen ibranice konuştular. Hamam ibranice söyledi, sunucu tercüme etti ve damada tekrarlattı. Sonra da damat imzaladı heralde dini nikahın imzalı olanındandı bu. Sonra haham dualar okudu nağmeli nağmeli. Kutsal kitabın olduğu bir bölüm açıldı ve herkes ayağa kalkıp oraya yüzünü döndü v eellerini oraya doğru uzatıp yüzlerine sürdü. Amin demenin hareketle yapılanı bu da. (Beynim bu yapılanları anlamlandırmak için hemen onlara dinimizden bir karşılık arıyordu). Dua bitti ve tören de bitti. Herkes damatla gelini tebrik için sıraya girdi müzik eşliğinde. Hatta ibranice "memleketim" (hani ayten alpman söylediği şarkı) şarkısı çaldı, ne demek bu şimdi hiç anlamadım, ne alaka yani:)) Ben de tebrik ettim ve dışarı çıkmak için kapıya yöneldim. Aynı güvenlki önlemleriyle yine karşılaştım. Bir kapıdan giriyorsunuz, ikinci kapı birinci kapı kapanmadan açılmıyor ve bir grostonluk ağırlında en az bu kapı. Yani bir 5 dakikanız geçiyor yolu bulacağım, kapı açılacak, kapının içinden bir kapı daha çıkacak diye. Çıkınca bir oh dedim valla. Töreni çok beğendim, herkes çok özenliydi, güler yüzlüydü ama şu güvenlik önlemleri canımı sıktı. Altı üstü evleniyorsunuz kardeşim ne bu yaa. Tabi şunu göz ardı ediyorum azınlık olduklarını ve tarihte oranın iki kez bombalandığını... Korku cumhuriyetlerini yaratmakta haksız sayılmazlar, ama kendilerinin anavatanlarında yaptıklarını görmezseniz tabi...

23 Mayıs 2009 Cumartesi

hayalleri denize at...

Elimizde kalanlar bizi ayakta tutanlardır. Ve yaşamak için yeterli olanlardır. Gerisi ayrıntıdır. Vefa var, gerçek var, samimiyet var, zaman var, tevazü var, şevkat var, ama acı da var hem de en etkilisinden...Bunun yanında yalan yok, kaypaklık yok, abartı yok, saçmalık yok, maske yok, riya yok...

hayalleri geri çağır...

Bugün hava ne de güzel. Ilık bir rüzgar var, ılık ılık bedeninize değip geçiyor. Su da güzel, deniz de güzel, balık da güzel, güller de güzel, açelyalar da güzel, velhasıl herşey güzel... Bunun yanında egsoz çirkin, yere tükürenler çirkin, insan görünümlü canavarlar çirkin, günün kararması çirkin, prison breakın bitmesi çirkin, kaba erkekler çirkin, hakim ideolojiler çirkin...

hayaller havada asılı...

Hep öyle kalsınlar. Ne tamamiyle tutalım, ne de uzak olsunlar. Buda'nın dediği gibi. Hayat; yemek, içmek ve tuvalete gitmekten ibarettir, gerisi koskocaman bir hiçtir, gereksizdir. Hayal kuracak kadar özgür de değiliz mutlu da. Onlar bile esaret altında, ya yeşillik isteriz ya deniz kenarı... Var mı başka bir yer tasavvurumuz? Yok, çünkü öğretilmemiş... İsteyene İstanbul paris, isteyene İstanbul trabzon çöşk yaylası...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

11 Mayıs 2009 Pazartesi

klişe olmuş pazartesi sendromu...

Sabah uyanmakla başlayalım söze. Bir kere haftanın diğer günleri çalan saat duyulur, ama pazartesi çalan saat duyulmaz ya da akşamdan kurmayı unuttuğunuz için çalmaz, çalsa da yataktan bir türlü kalkılmaz, o arada rüyanın arda kalan kısmı zihinde devam eder, ha kalktım kalkacağım derken saat ikinci uyarısını yapar ve atarsınız kendinizi yataktan aşağıya. Küt diye bir ses. Olsun uyanıyorsunuz hem çıkan gürültüden, hem parkenin ekstremitelerinize çarpan darbelerinden. Hemen banyo, el, yüz, diş vs. temizliği. Derken kendinizi gardrobun önünde buluyorsunuz dolabın altını üstüne getirip üstünüze giyecek bir şey ararken. Halbuki bir ton para döküp tonlarca kıyafet almıştınız. Heyhat sanki hiçbiri bu dolapta değil, giyecek bir şeyiniz kalmamış. Çöküyorsunuz dizlerinizin üzerine dolaba bakıyorsunuz, o da size. Olacak gibi değil ama. Çekiyorsunuz oradan bir bluejean, şöyle askıdan da bir penye. Pantolonu giyiyorsunuz, penyeyi tam giyeceksiniz, giyemiyorsunuz. Çünkü rengi hiç uymuyor. Ediyle büdü gibi. Herkes güler size. Eee hadi biraz daha dalalım dolaba. Aldığınızı tutuyorsunuz pantolonun üstüne. O değil bu değil. Onun yakası açık, havalar da henüz ısınmadı. Bunun kolu kısa, montu üstüne giyinince yukarı toparlanıyor, huylanıyorsunuz. En sonunda soluk renkli ama zor günlerin kurtarıcısı, vefakar bir ince triko buluyorsunuz üstü üste yığılmış askının en altından. Hemen giyiyorsunuz çünkü çok vakit kaybetttiniz. Hızınızı artırıyorsunuz, hızlıca bir cilt temizliği, krem vs. Trikonun rengine uygun bir de far gözünüze. Şu rimel iyi güzel de bir de kirpiklerde topak topak olmasa. Zaten beş on tane olan kirpiğiniz üç tutam kalıyor göz kapağınızda. Alıyorsunuz hemen oradan bir fırça teker teker ayırıyorsunuz onları . Mümkün değil bu yüzle insan içine çıkmak. İşe geç kalmak pahasına, sevimsiz idarecilerin sevimsiz suratlarını görme pahasına tek tek ayırıyorsunuz onları. Dönüyorsunuz çantanıza bakıyorsunuz, giydiklerinizle uyumlu mu diye. Karar verince diğer çantanızdakileri bunun içine geçiriyorsunuz. Bu işlem çok önemli, bütün dikkatinizi buraya veriyorsunuz. Allah korusun, ya anahtar, ya telefon, ya kimlik, ya paso evdeki çantada kalırsa naneyi yediniz. Hepsini kontrol ediyorsunuz. Herşey tamam. Koşarak çıkıyorsunuz odadan. Montunuzu, ayakkabılarınızı alıyorsunuz, dış kapıyı açıyorsunuz. Ayakkabılarınız bağcıklı değilse şanslısınız ama bağcıklıysa yandınız, hele de converse ise vay halinize. Oturup bir güzel bağlıyorsunuz onları. Merdivenleri üç beş inip atıyorsunuz, kendinizi sokağa. Oradan da koşarak durağa. Her gün normal olan trafik bugün yoğun mu yoğun. Bütün arabalar trafikte sanki. Bir de olmadık şoför kavgaları. Deli olacaksınız, trafiği tıkıyorlar otobüs gelemiyor. Birisi arayı buluyor, trafik açılıyor, otobüs geliyor. Ön kapıdan binmenin mümkünatı yok, arka kapı da sizin işinize gelmiyor. Oradan öyle pasoyu göndermek geri gelir mi gelmez mi, elden ele geçerken herkes sizin adınızı falan öğreniyor, sonra adınızla çağrılıyorsunuz x pasonun sahibi falan işte. Sinir durumlar, en iyisi ön kapıdan sıvışıp içeri girmek. Giriyorsunuz, uzuvlarınızdan bazıları dışarıda, bazıları çapraşık duruyor, o arada bir elinizle pasoyu basmaya çalışıyorsunuz birazdan şoför laf edecek diye. Bir müddet öyle gidiyorsunuz, sonra otobüs ilerledikçe insanlar da yerleşiyor içine. O durak bu durak derken varıyorsunuz iş yerine. Girişteki saate göre 15 dk. geç kalmışsınız. Aman diyorsunuz, boş ver geldim ya gerisi mühim değil. Aldırmayacaksın artık o sevimsiz suratlara, hesap soran gözlere. Onların gözünün bir gün de iyi baktığı görülmemiştir.
Geldiniz biriminize. Selam kelam, hafta sonunuz nasıl geçti muhabbetlerinden sonra başlıyorsunuz çalışmaya. Hiç takatiniz yok, sanki üzerinizden tır geçmiş. Keşke bugün cuma olsaydı diyorsunuz, zaten sabah kalkarken de keşke akşam olsa da yatsak demiştiniz. Derken dalıyorsunuz işe, bakmışsınız saat öğlen olmuş. Vakit ne çabuk geçmiş, bir şey anlamamışsınız.
Yahu rahat yaşamak lazım hayatı, birileri peşinizden sizi kovalar gibi değil, herşeyden azıcık alayımla değil dibine kadar keyifle yaşamalısınız. Acele etmeden, sakin, huzur içinde... Günün sonunda takvimden bir yaprak koparır gibi hayatınızdan bir günü daha koparıp atıyorsunuz. Mümkün değilse buna engel olmak, o zaman daha dolu, daha uzun, daha manalı, daha yavaş, daha verimli yaşamak gerekmez mi?
Bir pazartesinin ardından... Daha sakin ve huzurlu günlere...

2 Mayıs 2009 Cumartesi

bir mayıs ayının düşündürdükleri...

1977 yılında kasım ayında ben doğmuşum. 77 yılının bir mayıs kutlaması kan gölüne dönmüş, yürekler yanmış, acılar taze, katiller aramızda dolaşırken tam altı ay sonra ben doğmuşum. Cenazeler toprağa, yetkililer sessizliğe, kafalar kuma, silahlar yeraltına, suçlular yurtdışına gömülmüş, bir benim bir de 37 masum canın evi yangın yeri... Bir farkla bizim ev sevinçten, onların evi acıyla karışık kinden...
Benden büyük 4 kardeşim var, ben 5 numarayım, benden küçük de 3 kardeşim var, eder sana toplamda 8. Annemin en ağır işçiden altta kalır yanı yok. Benim doğduğum mevsim karadenizin sonbaharı. Bu aylarda hazan yaprakları dökülür, bütün orman sapsarı bir örtüyle kaplanır. Karadenizde bir gelenektir, hayvanlar kışın sıcak yerde yatsın diye bütün ormanlar süpürülür, yapraklar sepetlerle taşınır ve hayvanların altına serilir. Doğanın bize verdiği hiç bir şey israf edilmez, kullanacak bir yer muhakkak bululnur. Lafı uzatmıyayım, annem -karnında 9 aylık olan ben- almış sırtına kendinden iki kat büyük sepeti doğru ormana. Daha önce elini beline koyup zorlukla süpürdüğü yaprakları taşımaya. Basarak doldurmuş sepeti, öyle bastırmazsan yapraklar dökülür sepetten, yapılan iş bir şeye benzemez. Hınca hınç dolmuş sepeti vurmuş sırtına, muhtemelen benim tekmelerim de karnına. O halde aşmış yamaç ve patika yolları. "Bir yuvarlansam cesedim bulunmazdı" diye anlatıyor şimdi. Ama o zamanlar gençmiş, çok taşımış o sepetlerden.
Eve gelmiş, kan ter içinde. Beline ağrılar girmiş. Daha fazla dayanamamış, atmış kendini yatağa. Suyu gelmiş. Babaannem girmiş devreye. Mahalleli toplanmış, sular ısıtılmış, beyaz patiskalar hazırlanmış. Babaannemin maharetli ellerine doğmuşum, bir çığlık bir çığlık, kıyameti koparmışım.
Ben evde kıyameti koparırken acaba 37 canın kıyıldığı evlerde nasıl kıyametler kopuyordu? Onların suçu işçi olmak mıydı, annemin suçu köyde olmak mıydı? Değildi elbette. Benim emekçi annem ne kadar masumsa onlar da o kadar masumdu. Alınterinin suçu olur mu, köyde yaşamanın suçu olur mu, ekmeğini taştan çıkarmanın, çocuğunu büyütmenin suçu olur mu? Annem durumdan memnundu kendine göre. Her çocuk içindeki sevgiyi büyütüyordu, sevgi büyüdükçe bir çocuk daha doğuruyordu. Peki onların anneleri yok muydu ya da sevenleri ya da eşleri, çocukları? Kim niye kıydı onların canına. Kuşkusuz onlar da sevgiyi büyütmek isterlerdi. Ama izin verilmedi, yarınlara ulaşılamadı.
77 yılının kasım ayında ben doğmuşum, ben doğmadan altı ay önce bir mayıstı. Bir tarafta kendi bir mayısıyla ilgilenen, karnındaki 3 aylık bebesi benimle beraber toprağı kazıp tohum eken baharlık annem, bir tarafta bir mayıs sabahı oğlunu kutlamaya gönderen işçi anneleri... Akşam, annem eteğine tutuşmuş çocuklarıyla mutlu mesut evinde günün yorgunluğunu atarken, başka evlerde işçi annelerinin feryatları yürekleri dağlıyordu. O benim annemdi, ötekiler kimin annesiydi. Yoktu artık onlar. Birileri mutluluklara, umutlara, yarınlara gölge düşürdü.
Hiç aydınlanmayacak gölgelerdi onlar...