Serzenip mi kendine gelecek yoksa silkenip mi kendine gelecek henüz bilemedi, dolaşıyor...

29 Ocak 2009 Perşembe

"Vişne Likörü, Dantelli İç Çamaşırı, Bigudi, Peluş Ayı, Temizlikçi Kadın ve Karşı Apartmandaki Yaşlı Teyze"


İşte her sabah camdan cama selamlaştığım teyze. Onunla ilgili hep bir şey yapmak istemişimdir. Bu blogun en önemli konusu bence bu teyzedir. O benim işyerimin karşısındaki apartmanda oturur. Her sabah dokuzda kalkar, perdesini açıp dudağındaki hafif gülümsemeyle beraber dışarıya bakar tatlı tatlı. Dışarıya bakmasının sebebi o güzelim apartman manzaraları değil. Seyredilecek hiç bir yanı yoktur çünkü. Şişli'de karşılıklı bitişik apartmanlar her tarafı kaplamıştır. Aramızdaki boş mesafe, boylu boyunca uzayan ama yıldan yıldan en az iki metre uzayan ağaçlarla doludur. Kimine göre onlar ağaç değil bitkiymiş. (Merak edenler için not). Dışarıya şöyle bir göz atmasının nedeni belki de bizim orada ona eşlik eden varlığımızdır. Bizim orada olduğumuzdan emin olunca derin bir nefes aldığını düşünürüm. Ohh yine buradalar, yalnızlığıma arkadaşlar diye söylenir içinden. Sabahın üzerimdeki gerginliğiyle beraber, dışarıyı boş boş izlerken çok kez gözüme takılır onun balkondaki ya da odasındaki hali. Bir gün ben de yaşlandığımda onun gibi olurum herhalde. Yanımda, yakınımda bir nefes, bir soluk isterim. Koca günler, aylar, yıllar tek başına geçmez ki! Ne ben öyle insanlardan uzak yaşayabilirim ne de gördüğüm kadarıyla teyze yaşayabilir.


Teyze eşini kaybedeli yaklaşık dört yıl oldu. Amca hayattayken de temizlikçilerinden başkasını görmedim evlerinde. Temizlikçileri vefakardır, tam oniki senedir onlara gelir gider. En azından ben oniki senesini biliyorum, evveliyatından haberim yok. Kendisi de neredeyse onlar kadar yaşlıdır. Bir rivayete göre benim tontiş teyzenin Amerika'da yaşayan bir çocuğu vardır ama şu ana kadar ne geldiklerini gördüm ne de duydum. Teyzeyle amca bir elmanın yarısı gibidir. Eğer bir çocukları var ve gelmiyorsa "kendisi bilir" gibi de bir tavıra sahiptirler. Umursamazlar onu, çünkü onlar birbirlerini tamamlar. Kimseye muhtaç değillerdir. Amca vefat etmeden bir kaç yıl önce bir felç geçirdi ve yatağa bağımlı hale geldi. Teyze onu, o yaşlı haliyle yatakta bebekler gibi baktı. Arada koluna girip balkona çıkardı, ona dolaptan çıkardığı soğuk karpuzdan ikram etti. Arada kahve içip sohbet etti. Sonbahar gelince sırf o seviyor diye vişne likörü yaptı, demlenmesi için balkona koydu. Kışın balkondaki çiçeklere tüneyen martıların bağırıp çağırmasından rahatsız olmasın diye çiçeklerin başına poşet geçirdi, onları sık sıkı bağladı. İlkbahar geldiğinde de ilk iş olarak sandalyenin tepesine çıktı ve çiçeklere geçirdiği poşetleri söktü. Amcayı da yorganlarla, çarşaflarla birlikte balkondan silkeledi ve kışın mahmurluğunu attı. Kahvaltısını balkonda yaptırdı ve muntazam olarak ilaçlarını içirdi. Amca halinden çok memnun gözüküyordu. Teyze ona o kadar iyi baktı ki bir yıl sonra amca ayaklandı. Kendi başına yürüyebiliyordu artık. Birlikte sokağa çıkabiliyor ve yürüyüş yapabiliyorlardı. Tabi bu sağlıklı günler uzun sürmedi. Amca tarihin canlı tanığı gibiydi, çok yaşlıydı. Aradan bir yıl geçmeden bir sabah aniden ölüverdi.


Amcayla beraber o da ölüverdi sanki. Ev derin bir sesizliğe gömüldü, balkon eski işlevini kaybetti. Teyze o günden sonra çiçeklere poşet geçirmedi ve bir daha vişne likörü yapmadı. Öğlenden sonra balkonda kahvesini yudumlamadı. Ama hayat devam ediyordu bir yandan. O çok dirayetliydi, göğüs gerdi amcanın yokluğuna. Teyzenin kendini toparlaması, hayata devam etmesi uzun sürmedi. Yine eskisi gibi sabah bir omuzundan düşen askılı geceliğiyle balkona çıktı ve başıyla bize selam verdi. Yine bigudilerini sardı, yine siyah dantelli iç çamaşırlarını balkonun ön tarafına sansürlemeden astı. Öğleden sonraki kahvesini bu kez vefalı dostu olan temizlikçi teyzeyle içti. O camları silerken, titrek elleriyle ona bez uzattı. O işini yaparken, tabakları birer birer balkondaki masaya taşıdı. Sohbet eşliğinde yemekler yendi.
Teyze hayata seyirci değil oyuncu olarak katılmayı seçti. Haftada bir rujunu sürüp şöyle Şişli'ye doğru bir yürüyüşe çıkmayı ihmal etmedi. Alışverişten dönerken poşetlerini kendisi taşımayı çok isterdi ama artık buna gücü yetmedi. Dizleri ağrıdı ve ellerinin titremesi de giderek arttı. Galiba parkinsonu sinsice ilerlemişti. Marketin çırağından yardım aldı. Eve geldiğinde poşetinden sürpriz bir şey çıktı. Kocaman peluş bir ayı. Teyze onu alıp yatağının üstüne koydu. Akşam olunca onu yorganın altına aldı ve yatırdı. Peluş amcanın yerindeydi. Teyze gülümsüyordu. Sabah ilk iş ayıyı kaldırdı, sandalyeye oturttu. Yazları onu balkona bile çıkardı. Arada bir onunla konuştu. Arada da bizim onu gözlediğimizi kontrol etmeyi unutmadı.
Ben genellikle iş yerindeki ilk saatlerimde, eğer henüz işe başlamamışsam, camın önüne konan kukumav kuşu gibi dışarıyı izlerim. Teyzenin kalkmasını ve bana başıyla selam vermesini beklerim. Havayı koklarım. Gözlerim dalar gider. Sonra birden teyzenin perdeyi açıp balkona çıkmasıyla beraber kendime gelirim. İşte saat dokuz buçuk derim ve başımı çevirip karşımdaki saate bakarım. Teyze peluşunu balkondan silkelerken göz göze geliriz ve birbirimize gülümseriz. Bir askısı omuzundan sarkmış geceliğiyle onun balkondan güne merhaba deyişi beni hem hüzünlendirir hem de mutlu eder. Beraber güne başlarız. Gün içerisinde camın önüne çok kere gelirim. Çok kere bakışır gülümseriz ama çok nadir konuşuruz. Gözlerimiz sözlerimizi anlamsız kılar. Haftada bir, öğlen yaklaştığında vefali temizlikçisi gelir ve işe koyulurlar. O iş yaparken teyze onu yalnız bırakmaz, ona yardımcı olur. Arada bize de bir göz atar. Ben hala ayaktayım, hala işe yararım sözünü hatırlatmaya çalışır. Temizlikçi teyze dolapları boşaltırken, bizim teyze yan odada boyları tavana kadar olan, adını bilmediğim dev çiçeklerinin yapraklarını siler. Titrek elleriyle onlara su verir.
Hiç bir zaman vazgeçmez teyze. Sımsıkı tutunmuştur hayata. Başını da dik tutar. Biz akşam işten gideceğimiz vakte yakın, o da camı çerçeveyi kapatır. Görmek istemez bu anı. Vedalaşmak ağır gelir ona. Sabahtır onun vakti, sevmez akşamları. Şişli'nin akşamı ağır ağır gelir üstüne. Fazla geç kalmaz. Amca gideli akşamların da bir tadı yoktur. Alır peluşunu kucağına doğru yatağa. Peluş sıcak bir yatak arkadaşıdır ama sohbeti oldukça soğuktur, çünkü yoktur. Yeni bir günün ümidiyle koyar başının yastığa.
İşte böyledir benim karşı apartmandaki teyzem. En az seksenindedir. Eminim bir seksen sene daha verseler ona, seke seke onu da yaşar. Teyze sen çok yaşa, bizim için de yaşa....
Teyzenin sağlığına...

28 Ocak 2009 Çarşamba

CEVİZ AĞACI
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Nâzım HİKMET

27 Ocak 2009 Salı

"Bir Çift Küpe"


Dün akşam bıraktığım yerdeler. Fakat dün bıraktığım gibi değiller. Belli ki benden başkası da el atmış onlara. Hatta takılı olduğu yerden çıkarıp kulağına götürmüş, aynanın karşısına geçip şöyle bir kendini seyretmiş olmalı. Heyhat! Beğenmemiş ya da kendine yakıştırmamış veyahut parası yokmuş, olmadı sadece öylesine denemiş. Hangi nedenden ötürü olursa olsun netice de onları satın almamış. İyi ki almamış. Yoksa kendimi suçlu hissedecektim. Onlara niye bu kadar eziyet ediyorum? Bilmiyorum. Sadece bakarak mı tatmin ediyorum kendimi, kulağımda olsalar daha mutlu olmaz mıyım? Bunu da bilmiyorum. İçeri girip üç beş dakikalığına benim olmaları mı hoşuma gidiyor? Onları beğendiğim çok belliyken hala niye onları satın almıyorum? Fiyatı da pek uygun. Almıyorum, alamıyorum. Seyretmek sahip olmaktan daha güzel. Kabataş'ta oturup da Üsküdar'i, Kız Kulesi'ni, karşı yakanın güzelliklerini seyre dalmak gibi. Seyreylemekle doyamazsınız tadına, başka bir sefer için söz verirsiniz kendinize. Tekrar gitmek için can atarsınız. Sahip olmaksa sorumluluğu da beraberinde getirir. Uzaktan bakmakla kendinizi daha özgür hissedersiniz, binbir gece masalları gibi binbir hayale dalabilirsiniz. Oysa sahip olursanız o artık sizindir ve tek bir şeydir. Sadece bir çift küpedir. Vitrindeyse o herşeydir. Mavi papuçlarınızla, mavi fularınızla, mavi kolyenizle, mavi gömleğinizle, mavi pantolonunuzla birlikte hayal ettiğiniz şeydir.
Onu son ziyaretimin üstünden fazla vakit geçmedi. Önünden geçerken yine dayanamadım ve içeri girdim. Evet, ben geldim. Beni gördüğüne sevinmiyor. Ama haklı. Kırgın bana, yüz vermiyor. İtiraf etmek gerekirse takıyı fazla sevmem. Ama cazibesine vurulmamak elde değil. Nasıl bir albenidir bu. Mavi boncuklarının kenarındaki tırtıklar, elbise fırfırına benziyor. Başına taç takmış bir prenses gibi. Yanındakilerden çok farklı duruyor. Reyona gidip de onu görmemek imkansız. Ne kadar da mağrur! Bir tanesi bana biraz sırtını dönmüş, küsmüş belli. Haksız da sayılmaz. Her akşam uğruyorum, onları elime alıp tekrar tekrar inceliyorum. Kulağıma götürüp onlarla giyeceğim kıyafetleri, kolyeleri, bilezikleri hayal ediyorum. Tam alacakken vazgeçip yerine geri koyuyorum. Ben de az değilim ha! Şimdi onlar alınmasın da kim alınsın? Her akşam yeniden umutlanıyorlar. İşte bu kez bizi satın alacak, bu kez bizi kulağına takacak diye. Neyse ben susuyorum şimdi, biraz da onlar konuşsun.

Yine geldi. Bize doğru geliyor. Ben bu sahneyi iki haftadır izliyorum. Aynı tarz, aynı gülümseme ama ayrı kıyafetler. Hemencecik de soluğu bizim yanımızda aldı. Madem bizi satın almayacak, niye geliyor? Her gün bıkmadan geliyor, hafif nemli elleriyle bize dokunuyor. Her akşam yeniden umutlanıyoruz. Alacak gibi davranıyor, seviyor çünkü. Gözlerinin ışıltısından belli. Acaba parası mı yok? Satın alınmayacak kadar pahalı da değiliz. Sanırım tek derdi, iki dakikalığına kendini mutlu etmek. Bu akşam sanki diğer akşamlardan daha farklı. Daha uzun süre tuttu bizi elinde. Değişik bir koku var ellerinde, lavanta kokusu gibi. Ohh içimizi ferahlattı. Gelen giden elliyor, herkesin kokusu siniyor üstümüze. Bir de ağır oda parfümü. Hepsi birbirine karışıyor. Mis gibi geldi lavanta. İyi ki de geldi. Daha yakından bakıyor, boncuklarımdan gözlerini alamıyor. Bu kez alacak galiba. Aa ne oluyor!
Bırakma bizi. Sıkıldık buradan. Tekrar takma o çengele. Almayacaksan niye oynatıyorsun bizi yerimizden? Hislerimizle niye oynuyorsun? Demek ki beğenmiyorsun bizi. Halbuki yaprağa benzeyen bir gövdem ve üzerinde de üç tane deniz mavisi boncuk var. Beni yapan minicik eller işledi onları üzerime. Taa dünyanın öteki ucundaki iki minik el. Elinin emeği gözünün nuru var bizde. Ne önemi var senin için? O kadar düşündüğünü hiç sanmıyorum. Görüntün de kaba zaten. Ellerin de çok hoyrat. Bizi satın almanı beklediğimiz için, asıl bizde kabahat. Her akşam gel, kendini tatmin et. Ohh ne rahat. Burada bekleyen sen değilsin çünkü! Her akşam umutları sönen sen değilsin çünkü! Git bir daha da gelme.

Yine çıkardım onları yerlerinden. Sanki ilk defa görmüş gibiyim, elime alıp inceliyorum. Cengelinden çıkarıp kulağıma götürüyorum. Çok da güzeller. Geçen gün bir bilezik aldım. Mavi işlemeli, gümüş rengindeki tellerle karışık bir kombinasyon yapılmış. Kalın bir bilezik, on metre öteden kendini fark ettirecek cinsten. Düşünüyorum, bu güzelim mavi boncuklu yaprak küpelerle birbirini ne de güzel tamamlar. Bir akşam yemeğinde onları takmaktan çok mutlu olurum. Koyuyoyum onları yerine. Etraftakilere göz atıyorum. Fazla takılmayayım burada, eve gidip film izleyeyim diyorum. Altı tane film aldım dün akşam. Madem almayacağım niye bakıyorum değil mi? Ama çok beğeniyorum, almayı düşünüyorum. Her defasında da almak için giriyorum. Takar mıyım takmaz mıyım? Bilmiyorum ki. Bir daha gelirim, o zaman alırım. Ya başkası alırsa, ya kalmazsa... Kalır kalır...



23 Ocak 2009 Cuma

Yeni bir gün, yeni bir sevinç, yeni bir ferahlık...

Sürekli söylenen insanlar vardır ya. Hastayım ölüyorum, çarpıntım var. Aa bak yine oldu. Kalbim nasıl da hızlı atıyor diye. Şöyle sol koluma ağrı giriyor, yayılıyor dalga dalga. Kalbim ağzımdan çıkacak gibi. İflahınızı kesen cinsten. Bu yakınmalar uzar gider. Derler ya bağdata yol olur, işte öyle. Bu cümlenin öznesini duyduğunuzda hoşuna gitmeyecek. İnsan annesi için bu laflar eder mi? Eder, eder. Bal gibi eder. Aynı cümleler hız kesmeden kaç kere peş peşe sıralanır? Günler, haftalar, aylar, yıllar.... Ehh biz de ihmal etmiyoruz, olur diyoruz. Hadi gidelim bir bakalım ne var ne yok. Sonradan pişman olmaktansa hemen önlem alalım. Olacakla öleceğe çare yok ya neyse. Sabahın sekizinde gidersin sen, hemen yatış yaptırırsın. O da ne? Yatak yok. Bekleyeceksiniz efendim, yatak boşalacak, sizi öyle alacağız. Altı üstü 7-8 saat kalacağız. bekle allah bekle, bekle allah bekle. Nerede bekleyeceğiz? Doğru kantine. Çay içiyorum, açma yiyorum. Annem yiyemiyor. Biraz da ayıp ama. Yapacak bir şey yok. Yedim. Annem aç değilim diyor ama aç belli. Neyse patlamak çatlamak üzereyim. Gidiyorum yine sormaya. Sorduk, yok efendim yatak. Birisi taburcu olacak, alacağız sizi. Haydi yine beklemek. Saat onbir buçuk. Bacaklarımız şişti, üşüdük, belimiz ağrıdı. En iyisi gidip sekreterliğe sormak .Daha öncesinde var bir tanışmışlığımız. Sağolsun çok yardımcı oldu. Şimdi sizin nezninizde teşekkürler ederim, şükranlarımı sunarım. Sayın gökhan bey. Aramadık yer bırakmadı, servis, vezne, poliklinik... Gideyim dedim, pazartesi geleyim. Yok, ille de bugün olsun, gelmişken olsun falan fişman. Güya ilk hasta olarak sekizde alınacaktık içeri. Nerede. Gökten kemik yağsa bizimkine taş yağar. Bekliyoruz, başka çare yok. Tut kantinin yolunu. Kantinde okunmadık gazete, içilmedik çay kalmadı ya. Oturacak başka yer olsa gideceğim. Yok maalesef. Annem aç, öğlen saati herkes yemek yiyor. Annem aç değilim derken açım demek istiyor. Az kaldı, bak gökhan alırlar birazdan dedi. Ben inanmıyorum ki annem inansın. Tam 45 dk geçti. Telefonum zır zır. Vay be! Yatak hazır! Wowww. Koş anne koş. Kapmasın başkası. Tam beş saattir bekliyoruz. Bir koşu da aldım soluğu beşinci katta. Hemencik annemi oturttum yatağın üstüne. Aman kalkma, başkası kapar.
Geldiler, anamnez aldılar. Cevapları tabi ki ben verdim. Bu kez beklemedik. Hayret! Ne oluyor, sonunda özel hastanede olduğumuz hatırlatıldı bize. Bu arada arkadaşım geldi,, stresimi paylaştı. Haydi gidiyoruz dediler, hazırlandık. Bindik asansöre doğru anjiyo odasına. Allahım yine gökhan. Günün adamı, gökten inen kanatsız huri. (Bunu duysa güler ve de gamzeleri çıkar). Bir bekleyiş ki sormayın, tedirgin, huzursuz, endişeli, stresli, panik durumları. Bu işlem kısa sürerdi ama bugün herşey de bir terslik var. Bir şey olmasın içeride. Hey allahım ya. Personelin biri önümden koşarak geçti. Benin gözlerimde dehşet, kulaklarım havada bir durum. Bir yatak aldı aceleyle odaya girdi. Eyvah içeride bir durum var. Söylemiyorlar da. Benim nabız 120 birazdan beni alacaklar anjiyoya. Gökhan, o ulu insan göründü. Ne oldu dedim önüne atılarak. Bitti, herşey çok iyi. Hadi arkada kapıdan sizi içeriye alayım dedi. Hemen gittik, annem orada. Gökhan başında, konuşuyorlar iki eski dost gibi. Belli ki annem içeride bayağı ahbap olmuş onlarla. Annem iyi gayet iyi. Gökhan, teyzecim turp gibisin, hiç bir şeyin diyor. Seni yoksa bu çocukların mı hasta ediyor diyor gülümseyerek. Konuşuyoruz, muhabbet ediyoruz. Acelemiz yok. İşimiz bitiyor, teşekkürlerimizi tekrar tekrar sunup ayrılıyoruz oradan. Çıkıyoruz beşinci kata, yatağımıza. Çok değerli yatağımıza. Çok şükür yerinde, kimse de oturmamış üstüne. Artık bu hastaneden her şeyi beklerim yani. Yukarı çıkıp o yatağı bulamamak gibi durum olabilirdi yani. Neyse... Her şey ço0k iyi. Sonuç iyi. EEE anne bir daha kalbimle ilgili bir sorunum var diyecek misin? çarpıntım var, kalp krizi geçiriyorum diyecek misin? Bak bir şeyin yokmuş. Buraya dikkat. Cevaba bakın. "Olsun, ben yalan mı söylüyorum. Var işte çarpıntım var. Demek başka doktora gitmek gerek" diyor. Vay anasını, vay anasını! Ben ne diyim şimdi! Git lokman hekime git. Anne orada bir psikiyatriste uğramayı unutma e mi? Niye ben deli miyim diye bir cevap. Değilsin, değilsin, değilsin.... Ben deliyim, ben deliyim ... ben deliyim...:))) Annemin kalbi temiz, yine mutluyuz, umutluyuz, gerisi hikaye:)))

21 Ocak 2009 Çarşamba

"matruşka ile çarın hikayesi"

Şu bitirme tezim var ya, hani herkesi bıktıran, en başta beni çıldırtan... O bir Matruşka hikayesidir. Ama tersten açılan bir matruşkanın hikayesi. Bu nasıl oluyor efendim. Durun da anlatayım. Bana ilk verildiğinde matruşkanın içindeki küçük kız gibiydi. Araştırdım, okudum, yazdım. Büyüttüm onu. Beden giydirdim üstüne. O bir ikinci matruşka oldu. Araştırmalarım bitince oturdum, benim hissedişimdem yeni bir şey yarattım. Bir oyun yazdım. Üçüncü matruşkaya da bir ruh üflemiş oldum böylece. Tabi her geçen gün bedenini de büyeterek. Ohh, çok güzel oldu. Ortaya çıktı, hatları belli oldu. Gülümsüyor bana ufak ufak. Mutlu olmalı... Dördüncü matruşka surat mı asıyor ne! Halbuki bunları hep aynı bilirdik. Ona da hak vermek lazım. Görücüye çıktı. Ama bir türlü cevap alamadı. Beğendiler mi beğenmediler mi? Yazık ona. Endişeli bir bekleyiş. Vakit yok çünkü, hayat akıyor. Yakalanması lazım, hatta koşup onu aşmak lazım. Endişe yerini gerginliğe bıraktı. Çünkü bu haksızlıktı. Zaman daralıyordu ve hala arayan soran yoktu. Duramadım yerimde, içimdeki kemirgen yedi bitirdi beni. Atağa geçtik. Tühh bee! Geçmez olaydık. Meğerse işi vaktinde yapmamak lazımmış, olabildiğince sermek, yaymak, oturmak hatta el ense yatmak lazımmış. Boşuna telaş yapmışım. Boşuna yapmışım dördüncü matruşkayı. Yormuşum kendimi. Daha çokkkk vaktim varmış. Mış mış da mış mış...

Elimiz mahkum, oturduk beşinciyi yapmaya. Hem dördüncü biraz gevezeymiş, sustaracakmışım onu. Ee, peki onu da yapalım. Artık uzaklaşıyorum ondan. Araya mesafe koyduk. Çocuğumu değiştirmek istemiyorum ki. O böyle güzel. Neyse. İçimden de pek gelmiyor ya. Orasını burasını tırtıklıyorum, oyuyorum, virgül koyuyorum, nokta koyuyorum. Bitti dedik bu beşinci. Herhalde istedikleri gibi olmuştur. Suskun bir kız, tırsak, korkak ne dersen de işte. Benden uzak. Gösterdik, hem de zamanında. Yine tık yok. Yahu ne oluyor anlamıyorum. Sorun ben de galiba. Niye vaktinde yapıyorsun ki. Bu dakiklik neden? Yaptın da ne geçti eline. Okuyan bile yok. Şaşırmıyorum da, kendime şaşıyorum. Nedir bu acele? Anladım, kesin sorun ben de. Ben herşeyi ters anlıyorum (Zaten herkes öyle diyor ya neyse). Bekleyeyim diyorum. Beklemeye çalışıyorum. Deniyorum bildiğim beklemeleri. Olmuyor işte huy! Yine dürtüklüyorum. Hu hu! Ben geldim. Bir şey söyleyin, yol gösterin. Duruyorlar önce, sonra duramıyorlar. Üzülüyorlar çırpınışlarıma herhalde. Yoksa önemsediklerinden değil haa! Belki de görmek istemiyorlar artık. Bekle döneceğim sana diyor. Bu Rus Çarı olmalı. Benim beşinci matruşkam öldü öldü dirildi. Yazık bee! Topluyorum malzemeyi, beklemeye alıyorum.

Yeniden oynuyorum virgülü, noktası, ünlemi, noktalı virgülüyle tabi bir de soru işaretiyle. Tamam diyorum. Evet, bu altıncı matruşka. Bunun artık ellenecek, yapılacak yeri kalmadı. Bir hamle daha olsa toptan yıkılır. Son hali budur. Görücüye çıkıyor ama başına gelmeyen kalmıyor. Ooo, yok efendim gözünün üstünde kaşı var, yok arkasında çıban var, yok tüyü var, yok sakalı var. Yani anlayacağınız var oğlu var. Herşeye tamam da bunlar bugün mü oldu? İlk matruşkada da vardı. Neredeydiniz bugüne kadar. Tabii ben erken getirdim, siz okuma zahmetine katlanmadınız. Ne önemi var, burada usta var zaten. Ismarla yapsın. O kadar kolay oluyor. Modelini baştan verseydin de sonra doğmuş bebeği yeniden doğurtmaya çalışmasaydık. Zavallı matruşkam benim. Bahtsızım, kadersizim. Olsun üzülme sen benim için ilk günkü matruşkasın. Gerisi suretlerin. Bak işte hayat böyle, her gün önüne engel çıkarır. Hesap da soramazsın. Sen her gün daha güçlü olmalısın. Mücadele denen bir şey bu. Öğreneceksin. Biraz acıyacak ama olsun acımadan da bir şey olmaz. Seni her gün oydum. Bak işte artık sen de önemsemiyorsun. Acımıyor di mi? Üfle geçsin. Şimdi gelelim son matruşkaya. Yapmalıyız, bunu da kendimiz için yapmalıyız. Üstüne kapak olacak çünkü. Vitrine böyle koyacaklar seni. İlk görünen sen olacaksın. Alttakilerin de hakkı var sen de. Onları da temsil ediyorsun unutma. Dik dur, sakın eğilme. Biraz kibirlisin ama olsun. Sana yakışıyor. Sen herşeyi hak ettin çünkü. Artık onlar eğilsin. Topu onlara attık. İster taca atarlar, ister gol atarlar. Biz yapacağımızı yaptık. Aldık alacağımızı. Aldığımızda bir şey olsa bari. Değmezdi yani. Gerek de yoktu zaten. Ama içimdeki kurt denen o kemirgen beni rahat bırakmıyor ki. Altı üstü bir imza. Onu da aldık işte. Bakalım ne hayrını göreceğiz. Öyle köşede durup mu kurtlanacak ,yoksa içime girip beni mi kurtlandıracak. Neyse. Hadi bakalım şimdi düş önüme. Önce bol köpüklü bir mocha, sonra doğru okul. Okul yolu düz gider, aman bir edalı matruşka gider:)) Bak ne güzel, tadını çıkar. Seni gidi seni. Kız arada bir gülümse, yeter bu kadar kibir. Yabancı yok, biz bizeyiz. Bari bana yapma. Şimdi anladım sen üzülüyorsun ayrıldığımıza. Bunu da nereden çıkardın? Sen hep yanımdasın. Billgisayarımdasın salak.

İşte bir tezin teslimi...

20 Ocak 2009 Salı

"benim bildiğim, senin bilmediğin bir şey öğretmek istiyorum sana?". Ne kadar iddialı bir cümle! Evet, evet. Bugün bu cümleyi ben kurdum. Öğretirken, karşı tarafın yalpalamasını, düşüp düşüp kalkmasını, unutmasını, aynı anda iki şeyi ya da üç şeyi birarada yapamamasını, mahçup olmasını, birazcık kızarmasını, utanmasını görmek istiyorum:))) Görmek istiyorummmm! Nasılmış, öyle içinden üç saymak, sonra nefes almak, bu arada kulaç atmak hem de ayak çırparak. Yürü yavrum kim tutar seni! Çok kolay di mi? Dışarıdan kolay gözüküyor, gel de sen yap:)) Yine bir yüzme akşamından kareler. En azında eğleniyorum, eğlendiriyorum. Bu da bir şey. Yüzemesem de:)) Bakalım sen ne yapacaksın? Otur düşün şimdi, yapamazsam ne düşünecekler diye. Seni beceriksiz:)) Merak etme, sen de eğlendireceksin. Çok güleceğim sana hem de çok... Üçe değil tam onikiye kadar saydıracağım seni. Aynı anda hem ayak, hem bacak, hem kol, hem omuz, hem tüm beden oynayacak. Bi de arada bir nefes almayı unutma e mi?Hop birrr, ikiiii.... Bu böyle gider:))

19 Ocak 2009 Pazartesi

Bugün biraz da oynamak istedim...hoşuma gitti, ama başkalarının da hoşuna gitti. Nasıl başladım, anlatayım:)) Önce ortaya bir şey attım. Başkaları duyunca kulaktan kulağa gidecek, ilgilenen ilgilenmeyen herkesin ilgisini çekecek türden bir lakırdı. Amma keyifliydi. Söylerken eğlendim bir taraftan. Herkes kulak kesildi. Ne? Ne? Ne diyorsun sen? Ne zaman? vs. bunun gibi bir sürü soru..Çok güzel yahu, çok eğlenceli..Buna resmen maytap geçmek derler herhalde:))) Sürdürdüm bu oyunu, vazgeçmedim. Çünkü bu durum dalga dalga yayılacak, çığ gibi büyüyecek. Bir telefon silsilesi yaşayacağım, yazıp yazıp anlatacağım. İnanmak isteyecekler, aslında belki de gerçek olmadığını anlayacaklar. Olsun yine de hoşlarına gidecek. Yalan bile olsa ihtiyaçları var çünkü. Bazıları hafif bir korku hissedecek. İçleri ürperecek. Düşünecekler, dönüp kendilerine bakacaklar. Eğlenceya bak sen! İçlerine düşürdüğüm kurda bak sen! Kurt bütün damarlarını dolaşacak, hücrelerine kadar inecek, bir ara bedenleri tekleyecek. Ve silkinip kendilerine gelmeye çalışacaklar. Umarım gelemezler, hep bir kıpırtı, hep bir tedirginlik böyle de yaşanmaz ki:) Yaşamasınlar, bitsin bu çile, haydi gidelim eve...

18 Ocak 2009 Pazar

merhaba



Merhaba, bu benim ilk yazım...:) Şu an arkadaşımdayım, bu da onun kedisi Sezar. Bana uğur getirir umarım...:)
Görüşmek üzere.