Serzenip mi kendine gelecek yoksa silkenip mi kendine gelecek henüz bilemedi, dolaşıyor...

17 Nisan 2009 Cuma

Sancılar...

Metro iki dakika aralıklarla geçiyordu bu saatlerde. Sabah ve akşam mesai saatlerinin başlagıç ve bitişinde, bu ara daha da kısa olurdu. Yeşil Fularlı Kız, yürüyen merdivenlere gelince "biraz dinleneyim, bari burada yürümeyeyim" diye düşünürdü. Adımını atmasıyla beraber, metronun yaklaşan sesi duyulurdu ve bu ses onun yürüyen merdivenleri hızlı hızlı inmesine sebep olurdu. İnmesiyle metronun durağa yanaşması bir olurdu. Bugün de aynısı oldu. Koşarak indi merdivenleri. Bir kalabalık, bir curcuna arasında kendini metronun içine attı. Daha inecek olanları bile beklemeden kapının kenarından içeriye süzülüverdi. İnenlerin boşalttığı yerlere doğru bir hamle yaptı ama heyhat sanki oturanlardan hiç kimse inmemiş gibiydi. Oturacak yer yoktu. Şansına küsüp, liseli bir kaç erkek çocuğunun başına dikildi. Çocukların kanı kaynıyordu. Saçma sapan her şeye gülüyorlardı, onların gülmesine işlerinden evlerine dönen yorgun insanlar da sinirlerinden gülüyordu.

Yeşil Fularlı Kız'ın onlara ne gülmeye ne de sinirlenmeye hali vardı. Öylece dikiliyordu başlarında. Hiç oralıklı değilmiş gibi gözükmeye çalışıyordu. Canı sıkkındı zaten, genel hali böyleydi aslında. Kafaya bir şeyi taktığı zaman suratından düşen bir parça olurdu. Herşeye somurturdu, sanki dünya yıkılmış da altında kalmış gibi bir hal alırdı yüzü. Sevimsizliğin en ileri aşamalarında gezinirdi. Böyle zamanlarda etrafına karşı ilgisizleşirdi. Olan biteni anlamaz, ota boka karışmaz, öylece içine kapanıp gözleri uzaklara dalar, arada bir derin offf çekerdi. Kendini uzaklarda sessiz bir yerde bağırıp çığlık atarken hayal ederdi. İçindeki derdi olabildiğince sesli anlatıp, oraya buraya tekmeler savururdu. Ağaçlara tırmanır hatta ağaçtan ağaca geçerdi. Gördüğü herşeyle, dal, yaprak, taş, börtü böcekle kavgaya tutuşurdu. Gerçeğin acı verici durumundan ve ruhundaki kötü enerjiden işte bu aksiyonu bol düşlere sığınarak kurtulmaya çalışırdı.

Ağaçtan ağaca tarzanlık yapıp uçarken watman'ın otomatiğe bağladığı "levent" sesiyle kendine geldi. Liseliler hala gülüyordu. Yüzlerinde de bolca ergenlik sivilcesi vardı. Omuzları öne düşmüş, gömleklerinin kolları yukarıya sıyrılmış, bacaklar iki yana açılmış, bir rahatlık, bir gevşeme, bir kendine güven vardı her türlü hal ve hareketlerinde. Ve dünyanın merkezinde sadece onlar vardı. Yeşil Fularlı Kız derin bir nefes aldı, "heyecanım kalmamış" dedi kendi kendine. Döndü ve bir kez daha baktı liseli gençlere. Özenmişti onlara.

Metro durağa yavaşça yanaştı ve durdu. Yeşil Fularlı Kız yavaş adımlarla metrodan indi. Gözleri boş ve manasız bakıyordu. Gözü böyle baktığı zamanlarda paravanın arkasında önemli şeyler oluverirdi. Fırtınalar kopar, dereler, çağlayanlar çoşardı. Düşüncelerini gizlemek için uzaklara bakıp kendini gizlemeye çalışırdı. Önüne bakmıyordu bu yüzden. Yürüyen merdivenlerin önüne geldi ve çıkmaya başladı. Hala önüne bakmıyordu. Yürüyen merdivenlerde ilerlemeye çalışıyordu ama bir türlü ilerleyemiyordu. "Allah allah" niye gidemiyorum diye düşündü. Yukarıdan da birileri geliyordu ve ona bakıyordu. Anlam veremiyordu onlara. Bir ara önüne baktı. Adımını atıyordu ama merdiven adımını geri getiriyordu. O da ne! Çıkan değil inen merdivenlerde yürümeye çalışıyordu. Topu topu iki merdiven çıkmıştı. Kendine güldü, etrafına baktı, utandı. Hemen geri gelip merdivenden indi. Sonra hiç bir şey olmamış gibi çıkan merdivenlere bindi. Gülmesi devam etti bir müddet. Merdiveni çıkıp normal yürüyüşe geçtiğinde yine daldı gözleri uzaklara. Dertliydi hem de çok. Öyle böyle değil. Beynini kemiren cinsten. Ne yapacağını bilmiyordu. En iyisi yürümek, bol bol yürümek...Yürümek zinde tutar, zihni açar, hücrelere bol oksijen gider, belki iyi düşünceler gelirdi önüne...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder