Serzenip mi kendine gelecek yoksa silkenip mi kendine gelecek henüz bilemedi, dolaşıyor...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

klişe olmuş pazartesi sendromu...

Sabah uyanmakla başlayalım söze. Bir kere haftanın diğer günleri çalan saat duyulur, ama pazartesi çalan saat duyulmaz ya da akşamdan kurmayı unuttuğunuz için çalmaz, çalsa da yataktan bir türlü kalkılmaz, o arada rüyanın arda kalan kısmı zihinde devam eder, ha kalktım kalkacağım derken saat ikinci uyarısını yapar ve atarsınız kendinizi yataktan aşağıya. Küt diye bir ses. Olsun uyanıyorsunuz hem çıkan gürültüden, hem parkenin ekstremitelerinize çarpan darbelerinden. Hemen banyo, el, yüz, diş vs. temizliği. Derken kendinizi gardrobun önünde buluyorsunuz dolabın altını üstüne getirip üstünüze giyecek bir şey ararken. Halbuki bir ton para döküp tonlarca kıyafet almıştınız. Heyhat sanki hiçbiri bu dolapta değil, giyecek bir şeyiniz kalmamış. Çöküyorsunuz dizlerinizin üzerine dolaba bakıyorsunuz, o da size. Olacak gibi değil ama. Çekiyorsunuz oradan bir bluejean, şöyle askıdan da bir penye. Pantolonu giyiyorsunuz, penyeyi tam giyeceksiniz, giyemiyorsunuz. Çünkü rengi hiç uymuyor. Ediyle büdü gibi. Herkes güler size. Eee hadi biraz daha dalalım dolaba. Aldığınızı tutuyorsunuz pantolonun üstüne. O değil bu değil. Onun yakası açık, havalar da henüz ısınmadı. Bunun kolu kısa, montu üstüne giyinince yukarı toparlanıyor, huylanıyorsunuz. En sonunda soluk renkli ama zor günlerin kurtarıcısı, vefakar bir ince triko buluyorsunuz üstü üste yığılmış askının en altından. Hemen giyiyorsunuz çünkü çok vakit kaybetttiniz. Hızınızı artırıyorsunuz, hızlıca bir cilt temizliği, krem vs. Trikonun rengine uygun bir de far gözünüze. Şu rimel iyi güzel de bir de kirpiklerde topak topak olmasa. Zaten beş on tane olan kirpiğiniz üç tutam kalıyor göz kapağınızda. Alıyorsunuz hemen oradan bir fırça teker teker ayırıyorsunuz onları . Mümkün değil bu yüzle insan içine çıkmak. İşe geç kalmak pahasına, sevimsiz idarecilerin sevimsiz suratlarını görme pahasına tek tek ayırıyorsunuz onları. Dönüyorsunuz çantanıza bakıyorsunuz, giydiklerinizle uyumlu mu diye. Karar verince diğer çantanızdakileri bunun içine geçiriyorsunuz. Bu işlem çok önemli, bütün dikkatinizi buraya veriyorsunuz. Allah korusun, ya anahtar, ya telefon, ya kimlik, ya paso evdeki çantada kalırsa naneyi yediniz. Hepsini kontrol ediyorsunuz. Herşey tamam. Koşarak çıkıyorsunuz odadan. Montunuzu, ayakkabılarınızı alıyorsunuz, dış kapıyı açıyorsunuz. Ayakkabılarınız bağcıklı değilse şanslısınız ama bağcıklıysa yandınız, hele de converse ise vay halinize. Oturup bir güzel bağlıyorsunuz onları. Merdivenleri üç beş inip atıyorsunuz, kendinizi sokağa. Oradan da koşarak durağa. Her gün normal olan trafik bugün yoğun mu yoğun. Bütün arabalar trafikte sanki. Bir de olmadık şoför kavgaları. Deli olacaksınız, trafiği tıkıyorlar otobüs gelemiyor. Birisi arayı buluyor, trafik açılıyor, otobüs geliyor. Ön kapıdan binmenin mümkünatı yok, arka kapı da sizin işinize gelmiyor. Oradan öyle pasoyu göndermek geri gelir mi gelmez mi, elden ele geçerken herkes sizin adınızı falan öğreniyor, sonra adınızla çağrılıyorsunuz x pasonun sahibi falan işte. Sinir durumlar, en iyisi ön kapıdan sıvışıp içeri girmek. Giriyorsunuz, uzuvlarınızdan bazıları dışarıda, bazıları çapraşık duruyor, o arada bir elinizle pasoyu basmaya çalışıyorsunuz birazdan şoför laf edecek diye. Bir müddet öyle gidiyorsunuz, sonra otobüs ilerledikçe insanlar da yerleşiyor içine. O durak bu durak derken varıyorsunuz iş yerine. Girişteki saate göre 15 dk. geç kalmışsınız. Aman diyorsunuz, boş ver geldim ya gerisi mühim değil. Aldırmayacaksın artık o sevimsiz suratlara, hesap soran gözlere. Onların gözünün bir gün de iyi baktığı görülmemiştir.
Geldiniz biriminize. Selam kelam, hafta sonunuz nasıl geçti muhabbetlerinden sonra başlıyorsunuz çalışmaya. Hiç takatiniz yok, sanki üzerinizden tır geçmiş. Keşke bugün cuma olsaydı diyorsunuz, zaten sabah kalkarken de keşke akşam olsa da yatsak demiştiniz. Derken dalıyorsunuz işe, bakmışsınız saat öğlen olmuş. Vakit ne çabuk geçmiş, bir şey anlamamışsınız.
Yahu rahat yaşamak lazım hayatı, birileri peşinizden sizi kovalar gibi değil, herşeyden azıcık alayımla değil dibine kadar keyifle yaşamalısınız. Acele etmeden, sakin, huzur içinde... Günün sonunda takvimden bir yaprak koparır gibi hayatınızdan bir günü daha koparıp atıyorsunuz. Mümkün değilse buna engel olmak, o zaman daha dolu, daha uzun, daha manalı, daha yavaş, daha verimli yaşamak gerekmez mi?
Bir pazartesinin ardından... Daha sakin ve huzurlu günlere...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder