Serzenip mi kendine gelecek yoksa silkenip mi kendine gelecek henüz bilemedi, dolaşıyor...

30 Temmuz 2009 Perşembe

Bozcaada'ya gitmek isteyip gidememe hali...


Geçen yıl bir arkadaşım davet etmişti ve ben de ilk defa bozcada'ya gitmiştim. Arkadaşlarım orada olduğu için ayrı bir güzel gelmişti bana orası. Normalde ada psikolojisine girerim ben. Sanki kötü bir şey olduğunda oradan kaçamayacağım hissine kapılırım. Bu his beni çok rahatsız eder. Tabi ki öyle bir şey olmadı. Çok eğlenceli vakit geçirdim. Bu yıl da arkadaşım davet etti ama gidemedim. Belki hala gidebilirim ama çok zor. Geçen hafta önüme bir fırsat geldi oraya gitmek için. İş yerinden izin alamadığım için gidemedim. Bilmiyorum ki önümüzdeki hafta sonu izin alabilir miyim oraya gidebilir miyim. Halbuki kışın ne hayaller kurmuştuk. Bu yıl orada daha kalabalık bir halde bulunacaktık, malum aile genişledi. Ada'cığımız doğdu. İşte bazen dereyi görmeden paçayı sıvıyoruz. Sonra da ayazda kalıyoruz. Şimdi düşün dur, bozcaadaya nasıl gideceğim diye?Önceden plan yapmamak lazım, bunu öğrendim son günlerde. Bir anda plan yapmalı, bir anda onu gerçekleştirmeli. Samanı her zaman saklamıcaksın arada bir anında yiyeceksin. Sonra hesapta olmayan yağmurlar yağabilir, tüm hasat küflenip püf olabilir.
Şuanda "son şans" diye bir film izliyorum. Dustin Hoffman ve Ema Thompson oynuyor. Bakalım hayata dair ne söylüyor. Film ad olarak "son treni kaçırdıklarını sanan iki kahramanın birbirlerini keşfetmeleri ve bunu kendi hayatlarının son şansı olarak kabul etmeleri" tarzında bir duygu oluşturdu bende. İzleyelim görelim yazalım paylaşalım...

13 Temmuz 2009 Pazartesi

limon ağacı...

Film bir mutfakta maharetli ellerin limonları doğrayıp turşu kurmasıyla açılıyor. Filmin adı metaforik değil tam da limon ve limon ağacı üzerine inşa edilmiş. Bazı filmler vardır, adıyla alakası olmayan ya da binbir zorlamayla adıyla kendi arasında bağ kurulan. Bu öyle olmadığını ilk sahnede ortaya koyuyor. Yemyeşil limon ağacında sapsarı limonlar. Seyirci için görsel şölen. Öylesine mekanı doldurmak için kullanılan bir dekor değillerdir. Orada yaşayan, büyüyen bir şey var. Film kendi içinde hayatı anlatıyor ve yaşadığını gösteriyor. Limon olgunlaşıp daldan toplanmayınca daha fazla dayanamıyor ve yere düşüyor. Direniş de bir yere kadar devam ediyor. Sizden daha büyük bir güç direnişinizi kırıyor ve bir zavallı gibi durumu kabullenmek zorunda kalıyorsunuz. Limon bahçesinin sahibi Selma'da, bahçedeki limonlardan biri gibidir. Hayat ona genç yaşta taşıyamayacağı kadar ağır yükler bırakmıştır. Selma hayat karşısında dibe battıkça güçlenmiştir. Tek başına dünyaya ayak direyecek kadar güçlüdür, kararlıdır, cesurdur. Kimseye baş eğmeyecek kadar mağrurdur. Nasıl limonu tatlı olduğu için değil ekşi olduğu için severiz. Selma'yı da sessizliğinin yücelttiği gücü için severiz. Gücünü sessiz ve dik duruşundan alır.
Elbette ki bir mücadele, bir hak arama, bir direniş söz konusu. İsrail-Filistin sorununu içeriden bir bakışla iki tarafa da dokundurarak anlatırken meseleyi insani açıdan ele alıyor. Selma, limon bahçesi için direnişinde tek başınadır. Çocukları bile ona destek olmaz. Hem yıllardır süren korkular, karamsarlık ve kaybetme halleri hem de bu durumdan doğan kör düşünceler, karabasanlar onların annnelerine destek olmalarını engeller. Selma mücadelesi için bir avukatla anlaşır. O ise kendinde olmayan cesareti ve kararlılığı Selma'da görünce davaya sahip çıkar ve onun yanında yer alır. Dava sonucu Selma için kaybediş, hakaret, yıkım olsa da avukat kendi adına bu durumu kötünün iyisi olarak değerlendirir.
Bahçenin diğer tarafındaki kadının yaşadığı iç aksiyon, Selma'nın yaşadığı iç aksiyona yakındır. Komşusuna verdiği huzursuzluk onu da huzursuz etmiştir, gönlü limon bahçesini yıkmaktan yana değildir. Kocasının aksine onu tehdit unsuru olarak görmez. Daha insani bir yerden bakmayı başarır. Komşusuyla ilişkisine bile müdahale edilir. Selma davayı kaybedip limon ağaçları budandığında o da bireysel olarak tavrını koyar. Diktatörlük sistemine başkaldırır ve evi terkeder.
Selma'nın yaptığı limonatadan tadan herkes onu çok beğenir. Limonlar verimli topraklarda yetişmiştir ve herşeyden önce onlar sevgiyle büyümüştür. Selma'yı hayata bağlayan tek şey oradaki limon ağaçlarıdır. Bütün hayatı onlara bakmakla geçmiştir. Onları sevgiyle sular ve daldan toplar. Onların topraktan sökülmesi Selma'nın da topraktaki köklerinin koparılması demektir. Karşısındaki devlet olsa da bu onu yıldırmaz. Onun tek amacı ağaçlarını kurtarmak ve sessiz dünyasında onları büyüterek yaşamaya devam etmektir. Sustukça devleşmiştir ve onların koparılmasına engel olmuştur. Boyları kısaltılmış limon ağaçlarının arasında dolaşırken umutlarını yarınlara taşımayı ihmal etmez. Başlarını okşar, büyüyüp meyve verecekleri günleri bekler.

12 Temmuz 2009 Pazar

Evin en güzel çiçeği benim, saksı çiçeğine ne gerek var diyen kız!

Çocukluğumdan beri doğayı, çiçeği, ağacı, börtü böceği severim (kelebekler ve uçan yaratıklar hariç). Küçükken kapının önünde kendime bir botanik bahçesi kurmuşluğum bile var. Her sabah kalkıp onları sulamışım, sararan yaprakları temizlemişim. Sarmaşıkları iplere bağlayarak düzgün uzamalarını sağlamışım. Bahçemde çeşit fazla olsun diye komşuların bahçelerinden binbir hallere girip çiçek çalmışım, kendi bahçeme dikmişim. Kuruyan yaprakları israf etmemişim, eski defterlerimin arasına koyup kurutmuşum, onları beyaz sayfalara iğneleyerek altlarına ne tür bitki ya da çiçek olduklarını yazmışım. Ama gelgelelim evde bu işler olmuyor. Ne kadar uğraşsam da çiçekler bir türlü gelişmiyor, kara kuru bir köşede sararmış boynunu bükmüş duruyor. Çiçek zekasıyla yerlerinin beğenmiyorlar. Evin en güzel yeri onların olacak, en çok ışığı onlar alacak, düzenli sulanacaklar, aspirinleri verilecek, toprakları değiştirilecek, büyüdüklerinde saksıları değişecek. Amma da nazlılar, kime bu kadar özel hizmet var bizim evde. Onlardan başka hiç kimseye. Bu yüzden benim evimde yaklaşık on yıldır bir tane kendini menekşe sanan bir çiçek var. Menekşe sanan diyorum çünkü menekşelikten eser kalmadı onda. Üç yıldır hiç çiçek açmadı. Bir ara saksısını değiştirdim ama yine de aynı kös köslükle oturuyor mutfağın camında, bir santim bile uzamadan, yeşilinde bir ton bile değişiklik olmadan.
Yıllar önce oxxodan eldiven almıştım kendime, bunu da yanında hediye vermişlerdi bana. Evin ilk saksı çiçeklerindendi. Mutfak camının önüne koydum onu, şimdiki yerine. İlk yıllarda çok güzel mor çiçekler açtı, yılda bir iki kere. Sonrasında biz de çok bakamadık ona ne yalan söyliyim çok kazalara kurban gitti. Çok defa topraklarını yerden topladığım olmuştur. Birisi farkında olmadan küçük menekşeyi yere düşürmüş, menekşe toprağıyla beraber saksıdan çıkmış, sonra yine öyle olduğu alınmış tekrar yerine koyulmuş. Ama o kendine yapılan işkenceye inatla yaşamayı sürdürmeye devam etti. Başını hiç eğmedi, yaprakları hiç solmadı. Ki ayda yılda bir sulanmasına rağmen. Ben ilk yılllarda düzenli sulardım onu, arada sevgi sözcükleriyle yapraklarını okşardım. Son yıllarda mutfağa da pek uğramaz oldum. Tabi onun yanına da. Hatta soranlara benim hiç çiçeğim yok der oldum. Unuttum onu. Gözüme takıldığı zamanlar suladım onu yine de. Kızgındım ona biraz, yıllardır çiçek açmıyordu. Sanki suç onundu, ben ona çok iyi bakıyormuşum gibi. İki hafta önce küçük beyaz tomurcuklar gördüm onda. Gülümsedim içimden, öldürmeyen allah öldürmüyor demek ki. Bunca yıl terkedil, adam gibi sulanma, yerlere düşürül, saksını bile yıllar sonra değişsinler ama sen yine de çiçek aç. Çıkmayan candan umut kesilmez derler, benim menekşe de öyle. Bugün beyaz çiçekler açmış. Bunca yılın özrünü dileyerek okşadım onu, su verdim. Yaprakları canlandı, çiçekler gülümsedi gibi geldi bana. Eskiden mor açardı, yavrucum vitaminsizlikten artık renksiz açıyor. Onun yaşama sevincine hayranım. Biz en ufak bir şeyde yerle bir olabiliyoruz, onlarsa kendilerine yapılan onca eziyete rağmen hala bizi mutlu etmenin yolunu arıyorlar...Hala ayaktalar... Çok yaşa menekşe emi, beni utandır:))

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Evdeki Yalnızlık...

Yalnız kalmayı seviyorum. Canım ne istiyorsa yapıyorum bir kere. İstediğim gibi dolaşıyorum evde rahat kıyafetlerle mesela. Tuvalete gidince ya da banyo yapınca kapıyı kilitlemem gerekmiyor. Banyoda istediğim kadar kalabiliyorum. Sabah duş aldıktan sonra saç kurutma makinesini birisini uyandırma korkum olmadan rahatça çalıştırabiliyorum. Herhangi bir odanın ışığını açık bırakıp unutabiliyorum. İstediğim tv programını seyredebiliyorum, istediğim volümde hem de. İstediğim filmi dvd de izleyebiliyorum. Hiç kimseyle konuşmak zorunda kalmadan öylece oturabiliyorum, koltukta uzanabiliyorum. Meyve tabağını kaldırmak zorunda değilim. Masayı da toplamak zorunda değilim. Ayakkabılıkta bütün yerler benim. Kimse benim ayakkabılarımın üstüne ayakkabı koymuyor. Askıdaki bütün asacaklar da benim. Aldığım gazeteyi de ilk ben okuyorum, ilk ben dağıtıyorum. Sadece kendi ütülerimi yapıyorum. Evi haftada bir temizlemem yeterli oluyor. Yemek yapmama da gerek kalmıyor. Eve geç geldim erken geldim gibi kimseye verecek bir hesabım yok. Kimseden günlük rapor da almıyorum, kimseye de rapor vermiyorum. İstersem sesli düşünebiliyorum. Ojemi sürdüğümde saçma sapan bir şey için kalkmak zorunda kalmıyorum. Bilgisayarı istediğim kadar meşgul edebiliyorum. Telefonla istediğim kadar konuşabiliyorum. Film izlerken duygulandığımda rahatça ağlayabiliyorum. Hareketli bir karadeniz türküsünde kalkıp horon bile edebiliyorum. Gece arkadaşlarımda kalabiliyorum. Hafta sonu istediğim saatte kalkabiliyorum. Telefonumu şarj etmek için şarj makinesinde sıra beklemiyorum.
Ama evde canımı sıkan bir şey var. Çamaşır makinesi dolmuyor, yeterli kirli kıyafet çıkmıyorrr:))

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Yemek yedim keyfim geldi:)
Acıkınca hiç çekilmem ben. Bir sinir, bir gerginlik ki sormayın. Evde yalnızsam yemek yiyesim gelmez, kendime yemek hazırlamaya üşenirim. Öyle açlıktan geberene kadar yemem. Dayanılmayacak bir hale gelince arkadaşlarımı ararım, gelin beraber yemek yiyelim diye. Ya da çok sevgili halamı ararım. Halamla ben karşılıklı apartmanlarda otururuz. Bazen halam da evde olmaz, arkadaşlarım da müsait olmaz, işte o zaman iş başa düşer. Açlıktan şekerim düştüğü için başıma ağrılar girer, bu ağrılar içinde mecburen yemek hazırlarım kendime. Bugün de o günlerden biriydi ama bir farkla. Evet açlıktan başıma ağrı girdi. Fakat aradığım arkadaşım teklifimi hemen kabul etti. Gelince çabucak hazırlandım ve dışarıya yemeğe gittik. Çok güzel bir gündü aslında. Yürüyerek gittik, bir kebapçıda ben iskender yedim, o da içli köfte ve salata. Uzun zamandır görüşmemiştik, konuşacak mevzu da boldu, hem yedik hem sohbet ettik. İki saat kalmışız orada. Canımız biraz daha yüyüyüş istedi. Levent'in sessiz ve yeşili bol sokaklarında yürüdük. Ruhumuz dinlendi. Yediklerimizi de sindirdik böylece. Çok keyif aldım ne yalan söyliyim. Eve yürüyerek döndük. Kendimizi yorgun falan da hissetmedik.
Mutluluk için herşeyin tam olmasını beklememek, umutları uzaklara taşımamak gerek, hayat ertelenmeye gelmiyor çünkü. Eğer küçük şeylerden mutlu olabiliyorsak bugün hemen o anların tadını çıkarmaya bakmalıyız. Yoksa kim garantisini verebilir hayatı uzun yaşacağız, ertelediğimiz mutlulukları görmeye ömrümüz yetecek, şimdi verilen şans o zaman da verilecek diye. Herşey yerinde ve zamanında güzel, küçük şeylerden, anlardan mutluluk çıkarmasını bilmek gerek. Hayatımdaki herşey istediğim gibi değil. Evet isteyipte ulaşamadığım emellerim, hayallerim var, eksikliğini yaşadığım çok şey de olabilir. Hele de beni anlayacak ve benim de anladığım bir hayat arkadaşının eksiğini ruhumun derinliklerimde hep hissederim. Yok diye hayatı kendime zehir etmem ama. Mesele bu. O yoksa, başka şeylerle kendimi avuturum, elimde olan başka şeylere şükrederim mesela, önce aldığım nefese sonra sağlığa, aileme, arkadaşlarıma, işime, eğitimime, özgürlüğüme. Bulurum mutlu olacak bir şey. Çünkü bu anlar bu dakikalar bir daha geri gelmeyecek. Belki ileride o insanı bulacağım. Fakat bu kez de zamanı durduramadığımdan geri dönüpte zamanı yeniden yaşama şansım olmayacak. Ne gerek var bugünümü mahvetmeye ya da mutluluğu ertelemeye. Bu yüzden şimdiki anı yaşamak lazım. Yaşam zaten şu an olandır, canlı olandır. Dün geçmişte kalan, gelecekse yarındır. Oysa bizim için gerçek olan, haz alınan, mutlu olunan, yaşanır olan bugündür. İyi değerlendirmek lazım. Herkes hayatı kendi için yaşar neticede. Benim aldığım nefes bir başkasının akciğerine gitmez. Ne kadar seversen sev, annen de baban da olsa, eşin de sevgilin de olsa bu değişmez. Önce can sonra canan demiş büyüklerimiz.
Pek sevmediğim halde ikinci paragraf biraz güzin ablavari oldu. Nasihat almaktan hoşlanmadığım gibi vermekten de hoşlanmam. Konu nereden buraya geldi anlamadım. Bugün yaşadıklarım beni buraya getirdi, ahan da yaşlanıyorum tecrübeme tecrübe kattım ve bunu da paylaştım:)
Her günüm böyle geçsin cancanlar... Huzurlu, tok ve keyifli...

3 Temmuz 2009 Cuma

Kelebek fobim...

Bugün işyerinde odada bir kelebek vardı. Sanırım bir gündüz kelebeği. Ben onu görünce hemen odadan kaçtım, arkadaşlar kovalayıp camdan dışarıya attı. Küçücük bir kelebekten korkulur mu diye sorabilirsiniz? Ben korkarım işte. Beni öyle korkak bir kız sanmayın. En korkulacak hayvanlardan da korkmam. Mesela, fare, köpek, kedi, örümcek vs. Kelebek korkumsa taa çocukluğuma dayanır. Çocukluğuma ve çocukluk yarazmazlıklarıma.
İyi hatırlıyorum, ilkokulu bitirdiğim yazdı. Komşunun küçük çocuklarıyla beraber -en fazla 6-7 yaşlarındalar- gündüz gece kelebeği avına çıkardık. Evlerin, köşe bucağın, merdiven altlarının, balkon altlarının kuytu yerlerine gizlenir bu kelebekler. Gündüz gözleri görmediğinden öyle bir köşeye yapışıverirler. Dolayısıyla yaklaşan tehlikenin farkına varmazlar. Ben ve küçük arkadaşlarım sessizce yaklaşırdık onlara. Ben o zamanda korkardım onlardan ama yine de geri durmazdım. Korkularını zevke dönüştüren bir vampir gibiydim. Benim elimde bir pet şişe ve uzun bir sopa olurdu. Sopayla onları oldukları yerden düşürürdüm, bir taraftan da onların uçup bana gelmesini engellemek için her an kaçmaya hazır şekilde bir ayağım hep geride olurdu. Çocuklarda onları düştükleri yerden elleriyle toplamak görevini üstlenmişlerdi. Toplayıp benim elimdeki pet şişeye koyarlardı. Bu aşamada ben onlara bakamazdım bile. Kapağın sıkıca kapatıldığından emin olduktan sonra pet şişeyi elime alırdım. Kelebekler çoğalınca içeride kavga etmelerini, kaçmaya çalışırken kendilerini şişeye çarpmalarını gözlerimi korkudan kısarak büyük bir zevkle izlerdim. Bu zevki tanımlamam acaip oluyor, zevk biraz da onlara karşı tiksinç bir duyguyu da beraberinde getiriyordu. Çocuklar onları elleyince, ellerine kelebeklerin renkli, tozlu kanatlarından renkler bulaşıyordu. Sanırım bu beni tiksindiriyordu.
Biriktiriyordum şişeleri. Kelebekler ilk yakaladığımızda görmediklerinden ya da korkularından şişeden çıkmaya çalışıyorlardı, oraya buraya çarpıp enerjilerini tüketiyorlardı. Fakat bir gün sonra hepsi ölüyordu. Ben umudumu yitirmiyordum, her gün yeni bir şişe buluyordum, içini yeni kelebeklerle dolduruyordum. Şişeleri yan yana dizmek hoşuma gidiyordu. Kendimi kötü hisstmekle beraber, onların gece uçup üzerime konmasından nefret ettiğim için ya da bence kelebek fobim olduğu için onları başkasına toplatıp şişelere tıkmak işime geliyordu. Böylece köklerini kurutup gece rahatça dışarıda dolaşabilecektim.
Bu kelebeklern bazen xxl boyları olurdu. Onlar bence gece kuşu. Hele de böyle bu boylarından yakaladığımızda ben ortalıkta olmazdım. Sopayla onu bir köşeden düşürmek de çocuklara kalırdı. O kadar tiksiniyordum ve korkuyordum ki eve girip kapının ardından komutları veriyordum. Yakalandığında da kolay kolay şişeye dokunamıyordum. Neme lazım benden intikam almak için şişeyi deler geçer düşüncesiyle şişeye önce uzaktan bakar, kapağının sıkıca kapatıldığından emin olur, sonra tiksine tiksine zorlukla şişeyi elime alırdım. Şişede ufak bir hareket oldu mu kaldırıp fırlatırdım onu. Çocuklar küçük olduğu için bence akılları ermiyordu. O korkunç yaratıklara elleriyle dokunmayı, onları toplamayı oyun sanıyorlardı. Ben onların gösterdiği performansı hep takdir ediyordum. Onlar da küçücük boylarıyla bir iş başarmanın zevkini yaşıyorlardı. Benim korkumla dalga bile geçiyorlardı.
Kelebek korkum işte böyle çocukluğuma dayanır. Şimdi genelde uçan her şeyden korkarım. Çünkü kendimi savunmasız hissederim. Uçup aniden üzerime saldıracak, beni ısıracak diye korkumdan ölesim gelir. Onlara zamanında ettiğim eziyetler gelir aklıma. Ve hep bir gün bunun intikamını alacaklarını düşünürüm. Yani bu benim yaptığım aslında korkumun üzerine gitmek, onu yenmek içindi. Ama yenemedim, eğer onlara dokunabilseydim ve onları şişeye koyan ben olsaydım bu olacaktı ama cesaret edemedim. Fobim ve ben sanırım ölene kadar beraberiz...
(bunun gibi börtü böceğe çok işkence etmişimdir, başka bir yazı da onları da yazarım. Benim tamamen sadist, psikopat, işkenceci biri olduğumu sanacaksınız. Çocukluktan canlarım çocukluktan:)